23 Şubat 2014 Pazar

The Edukators (2004)

Öğrencilik yıllarımdan beri izlemek için sıraya koyduğum ama izlediğim günün öğrencilik bitiminden 7 yıl sonrasına denk geldiği fim.

Devrimcilik değilse de gençlik konusunda geride kalan zaman bende kritik eşiğe gelmiş.

Devrimci gençler zenginleri eğitiyor. Hikayesi ilginç, olay örgüsü sürükleyici, oyunculukları başarılı bir film. Spoiler vermemek için özet geçiyim dedim.

Kapitalist sistemin eleştiren, onu yıkıp yerine başka bir düzen koymayı tahayyül eden devrimci düşünceye referans veren "enternasyonel" bir film. Devrim yolu bu taraftan denmiyor filmde. Kişisel dönüşümleriyle kendilerine yol arayan gençlerin önce ikisinin sonra üçünün ortak eylemiyle sınırlı devrimci hareket. Aralarındaki free love meselesi devrimci mücadelenin seyrinin bir parçası.

Karakterterler: Biri zeki ve iradeli, diğer yakışıklı ve güçlü iki devrimci erkek ve borcunu ödenmek için çalışmak zorunda olduğu işin aşındırmaya başladığı genç kız. Üçü de 30 yaş altı devrimci.

Filmde devrimci gençlerle yolu kesişen eski solcu zengin şöyle diyor: 30'undan önce solcu değilsen işe yaramaz, 30'undan sonra hala liberal olmadıysan geri zekalısın gibi... Eski bir gençlik lideriyken, günde 200.000 euro kazanmaya giden yolda, önce küçük bir araba, ardından daha iyisi, sonra ev, sonra borçları ödemek için bir iş, çocukların iyi eğitime ihtiyacı var, güvenlik de önemli, tüm bunları karşılamak için daha çok çalışma ve ardından kendini muhafazakar partiye oy verirken bulursun.

Üç gencin  eski solcu zengin ile kesişen yolunda tercihlerini merakla bekledim izlerken. Filmin eğlenceli yanları ağır basıyordu en belalı sahnelerde bile. Filmin genel olarak umutla birlikte mutlu olmasını yönetmenin devrimciliğin doğasına özgü bir yanı olarak sunduğunu düşündüm. Güzel mesaj.

Filmde karakterlerin geçimlerini neyle sağladıkları, eğitim alıp almadıkları gibi geri planda kalan boşluklar alttan alta insanın aklına gelse de hikayeye bir halel getirmiyor.

Filmi çeken yonetmen genç olasa gerek ki gençlikle beraber sunduğu devrimcilik ileriki yaşlara nasıl kalır pek işlenmemiş. İleride devrim olsa daha iyi tabi, ileri yaşla devrimle uğraşmaktansa. Şimdi kontrol ettim, yönetmen 33-34 yaşlarında filmi çekerken (2003-2004). Devrimci yolunu takip emek lazım nerelere gidecek. Edukators'tan sonra 3 film daha çekmiş (imdb filmography).

Filmin başrollerindeki iki genç erkeği başka filmlerde de seyrettim. Birini başlıktaki görseli ararken hatırladım. Inglorious Bastards filminde 300 kişiyi öldüren ve kendisi için Göbels'in propaganda filmi çektiği Sniper'cıyı canlandırıyordu bu filmdeki zeki ve kararlı devrimci.

Alman zenginler de ne lüks villalarda yaşıyorlarmış, o da ayrı bir mesele..



19 Şubat 2013 Salı

The Perks of Being a Wallflower

Jun güzel filmleri indirip armağan ediyor. Beraber izliyoruz sonra ben buraya yazıyorum. Öyle kaşıntı yaratan cinsten bi film olursa, içinde yapamadıklarını yapabilirsin ya da yaptıkların senin seçimin gibi mesajlar olunca yazmak için ekstra gaz. Neyse...

Acaba bu gibi kollej gençliği filmlerini izlemenin ideal yaşı kaç? Geçmiş 3-4 yıl içinde bir bilinçlenme ya da yaşın getirdiği bilgelik vs hissetmediğimden, bundan sonraki 30 senenin de aynı kafada geçebileceğini düşünürsem, kollej filmlerinden tat almanın bir üst sınırı olmayabilir. Belki de eşik o yaşta evlat sahibi olmaktır, o yaşta aşk, aşırılık kendi gençliğin değil de sahip olduğun çocuk için olduğunda çocuğunda tasvip edilmeyecek uygunsuz davranışlardan güzel film çıkmaz. Yine neyse...

Lise yıllarının insanın kişiliğini oluşturan ayrı bir önemi var. Hani lisedeyken bişeyken sonradan başka bişey olanı pek görmedim. Yani karakterler filiz veriyordu o vakitler. Kendini keşfetme serüvenleri aşksız olmazdı. Aradan üniversite, master falan da geçtiksen sonra hala kolej aşk filminden keyif almanın sebebi ilklerin olduğu dönemlerin akıldan hiç çıkmaması galiba. Geçmiş hatırlama özürlü olsam da, sanki geçmiş bir kartopu ben onu ileri yuvarlayarak büyütürüm. O kar topu döndükçe büyür, sonra kirlenir arada kırılır dağılır kopar, yeniden büyür. Çekirdekte yine ilk gençlik yıllarıın anıları var.

Gelecek kaygısının geçimlik kazanmaktan başka olduğu, hem umutları gerçekleştirmek hem öteye taşımak için çok seçeneğin ve mazeretin olduğu yıllar. O yüzden tasası ve sevinci katıksız zamanlar.

Eğer fotoğraf çekmek gördün güzelliğe sahip olma dürtüsünden doğuyorsa, film çekmek de belki yazmak benzeri kendi gerçeğini bulma ümidindendir. Özellikle seni etkileyeni anlatılabilir ve anlaşılır kıldıktan sonra, bir başkasında estetik bir haz uyandırıyorsa o benzer şeyler, o uçurtma uçar. Bu film de lise yıllarımla alakası olmayan bir kültürden anlatsa da, olabilme ihtimallerinin aşk mektubu yazdırdığı dönemleri huşu içinde hatırlamama vesile oldu.

Hoş film mp3 çaların olmadığı, kasetlere müzik çekildiği bir dönemde geçiyor niyeyse. İzleyici kitlesi tabi o dönemi çok geride bırakmamış yetişkinler olunca kaset normal. Acaba bu filmi yeğenime tavsiye etsem mi?


12 Ağustos 2012 Pazar

Drive (2011)


Filmin afişi ve girişte kullanılan fonlara bakınca sanki 90'lar filmi. Hatta müzikleri de öyle, manidar sözleri olan soft pop altından 2011 ritimleri geliyor. Film müzikleriyle ayrı ilgileneceğim sonra, en az iki şarkı vardı bulunması gereken.

Spoiler vermeden, hikayesi kısaca: araba tamircisi ve part time film setinde dublör şoförlük yapan başrol karakteri araba kullanmaktaki yeteneğini kotü işlerde de kullanır. Ama apartman komşusu kızla tanıştıktan sonra karıştığı son olay diğerlerine benzemez. Sonrasında hayatta kalma mücadelesi, bolca intikam alma ve sevgiliyi koruma gereği doğar.

Filmi ilginç yapan şeylerden biri, başrol karakteri hakkında filmde yaşadığı olaylar haricinde başka hiçbir bilgi verilmemesi. Yani ismi yok, nerden geldiği, kim olduğu, ailesi vs. hakkında bi'şey bilmeden hızlı bir hikaye içerisinde karakteri izliyoruz. Ama işin ilginç yanı, filmde "şoför"le izdivaç yaşayan ve ilk görüşte aşk benzeri durumlara düşen kız da o kadar biliyor "soför" hakkında. Yani bir dizi karakteri olsa arkasından çok sürpriz çıkartacak bir karakter olmuş. Bir de yan rollerden birinde Breaking Bad dizisinin başrol oyuncusu Bryan Cranston'u görünce dizi demeden geçemedim.

İyi oyunculuk ve iyi düşünülmüş sahnelerle yüz dakikalık çok sürükleyici bir film olmuş. On beş - yirmi saniye süren duru bir ilk bakışta aşk sahnesi var mesela çok güzel. Sevdası uğruna gözünü karartan kahramanların filmi bizim yerli sinemada da çoktur, ama burada kahraman hakkında hiçbir şey bilmediğimiz gibi, kahraman olduğunu da film ilerledikçe öğreniyoruz. Sessiz ve sakin güçmüş meğer, ve de aklına koyduğunu yapan planlar hazırlayan akıllı bir adam.

Filmde çok sade yaşan karakterlerin de gerçek olmayan bir yanı vardır sanki. Ya da sade sıradan hayatın düzenini bozan küçük olaylar gereğinden büyük anlamlar kazanır o karakterlerde. Filmlerin kötü karakterleri içinse sanki tersi olur, bin türlü musibet başlarına gelir, öldürür öldürülürler ama işlerin doğal akışı sürdükçe hepsi normaldir. Filmin ana karakteri "driver" da sanki bu ikisinin karışımı gibi. Biraz "Taxi Driver"ı çağrıştırdı şimdi.

Notlar: i- intikam baldan tatlıdır diye bir sözümüz var mı? ii- Bu filmin yönetmeni (Nicolas Winding Refn) Cannes'da 2011 en iyi yönetmen ödülünü almış. iii- Mad Men'deki kızıl saçlı sekreter Joan'u canlandıran Christina Hendricks de bu filmde rol alıyor. iv- 23 fps için Türkçe Ingilizce altyazı bulamadım.


11 Ağustos 2012 Cumartesi

Nema-ye Nazdik (1990) - Close-up (Yakın Çekim ç.n.)


(Ali Sabzian ve yönetmen Makhmalbaf)
Türkiye'in komşu ülkelerinden, Orta Doğu'dan filmler bulayım derken izlediğim filmlerden biri. Yönetmen Abbas Kiarostami zaten ivy league'e girmiş, filmi de o sebepten internette bulunabilir Iran filmlerinden.

Filmin hikayesi kısaca söyle: Ali Sabzian adlı genç kendini İran'lı yönetmen Muhsin Makhmalbaf olarak tanıtır, ve yönetmen edasıyla bir ailenin güvenini kazanır, onlara evlerinde film çekeceğini ve başrolü sinemaya ilgi duyan evin delikanlısına vereceğini söyler. Ama çok sürmeden aile durumun farkına varır ve hikaye adliyeye taşınır.

Hikayeyi ilginç yapan unsurlardan biri, kendini yönetmen olarak tanıtan Sabzian'ın alsında çok beğendiği ve kendi gibi yoksulların hayat meselelerini çeken bir yönetmen olan Makmalbaf'ı oynamasıdır. Sonrasında Dostoyevski vari ya da Demirkubuz vari bir mahkeme sahnesi başlar ve hikaye derinleşir. Yoksul ve çaresiz Sabzian filme ve edabiyate ilgi duyarken, gerçek hayatta bir yönetmen rolü oynayarak bir aileyi inandırması ahlaki ve hukuki açıdan ne kadar doğru ne kadar yanlıştır? Sabzian neden böyle bir işe kalkışmıştır?

Filmin bir diğer ilginç yanı, sahnelerin değişik açılardan ve hareketli kameralardan çekilmiş olması. Filmin tümü 93 dakika içerisinde birçok kişinin gözünden ekrana yansıyan görüntüler oluyor ve film yine de akıcı bir bütünlük sergiliyor. O yüzden izlerken sadece ana karektere yoğunlaşıp onunla empati kurmakla kalmadım, çoğu sahnedeki karakterlerin ayrı hikayeleri olduğunu hissederek kesişecekleri yeri merak ettim. Mesele bir kişiyi gerçekten anlamakta mı, yoksa anlamaya değer bir olayın olmasında mı? Etrafımızda gerçekleşen olayların ne kadarını özümseyerek anlayabiliyoruz, anlamı bulamayan biz miyiz yoksa hayatın akışı denen şey anlam pırıltılarından uzak mı? Mahkeme salonunda Sabzian'ın söyledikleri de söylemedikleri de bende sahici çağrışımlar yaptı (ne demekse).

Aforizmalar: i- Sabzian Iran cumhurbaşkanı Ahmedinejat'a benziyor. ii- Memleketimde şehir otobüsünde tanıdığım annemin öğrencisi cuneyt diye bir eleman vardı, tek ayak üstünde kırk yalan ve merkezinde kendisi, bende sıkılma ve korku karışımı bir his yaratırdı. Benden 5 yaş buyuk bu çocuğun dinlemeye değmez hikayelerini içimden küçümseyerek dinler, ama ondan kaçmak ya da onu susturmak için bir yol bulamazdım. Ilerleyen okul yillarında, yavaştan büyürken, kendisini tanıyıp görüp de selam vermeden yanından geçtiğim ilk kişi olabilir Cüneyt. Yalan bi karakteri canlandırmanın derin bir çaresizliği hissini yaratırdı bende, bu filmde de Sabzian'ın can sıkıcı caresizliği o elemanı hatırlattı bana. 

9 Ağustos 2012 Perşembe

The Help

En son 2009'da, üç yıl önce yazmısım. Aradan gecen zaman icinde google analytics counter'i raporlarında haftada bir iki ziyaretci kayıtlarını göndermeye devem ediyordu bu sürede. Sitenin basına blogspot'un sansurunu protesto icin sansuresansur kampanyası kapsamında koydugumuz banner yuzunden google'nin anti virus robotları tarafından kapatılmıstı site. Uzun zamandan sonra her sey kaldıgı yerden mi, degil.

The Help filmini izlerken iki bucukluk filme baslamanın tedirginliği, özellikle gece 10 sularından sonra gün içinde biriken yorgunlukların abanmasına karsı verilecek mücadelenin stresiyle basladı. Film sona geldiğinde, derinden soluyarak, ırkçılığın gündelik hayatta yansıması, hayatın zorluklarına karşı mücadele, insanların kendine dar ettiği dünyayla mücadelesi, ve statükoyu yıkma cesareti gösteren insanların büyük dönüşümlerde nasıl rol aldıkları üzerine kendimi düşünür buldum. 

Filmde hep kadınlar var, yönetmen Tate Taylor erkek, ev içi diyaloglarda beyazlar arasında farklı görüşleri dillendirenlere pek yer vermemiş. Koca bulma rekabetinden sonra ev hanımları klübünde yer alan beyaz Amerikalı kadınların (Missisipi eyaleti?) ırkçı pratikleri ve bunun devlet, polis ve yasalar eliyle desteklendiği bir düzende siyah hizmetçiler için ayrı tuvaletlerin, yemek takımlarının kullanıldığı bir düzenin yakın zaman Amerika'sında olmasına insan şaşırıyor. Acaba biz Kürt meselemizi yakın gelecekte nasıl bulacağız diye aklımdan geçti. 

Sokaktaki şiddet, erkeklerin şiddeti, siyahi özgürlük hareketi filmde bir televizyon haberi şeklinde verilerek bütüncül bir kontex de saglanmış. Universiteden yeni mezun, gazetecilik yazarlık hayali olan, ve esas anneliği siyah bakıcısından gören beyaz kız, üniversiteden döndüğünde bakıcısını (ve evin tüm işleri yürüten hizmetçisidir) bulamaz. Ev hanımlığına terfi eden akranlarının tuttukları yardımcılara nasıl davrandıklarını görünce, siyah yardımcıların gözünden yaşadıklarını anlatmak için onlarla röportaj yapar. İyi de yapar, cünkü ilktir, ırkçı şiddetten çekinenlerin sesi olur, onları günlük yaşam içinde görünür kılınmasına katkıda bulunur. 

Filmin sonuna doğru kızın kendi bakıcısı olan yardımcıya ne olduğunu öğrenir ve o hikayeyi de yaptığı diger roportajlarla birlikte kitaplaştırır ve yayımlar. "The Help" diye bir kıtap var mıdır, akıbeti noolmuştur soruları için bundan sonrası wikipedia.

11 Eylül 2009 Cuma

The Curious Case of Benjamin Button


Filmin zaman kurgusu, burada screenplay kritik sanırım, çok başarılı. Filmin aldığı ödüller arasında cinematography, screen play ve screen shot ön planda. Filmde güzel şeyleri hatırlamanın zevkini hayatın diğer alanlarındaki tempodan koparmadan uzuun uzuuun veren başarılı bir kurgu var. Şey gibi bu, çok işiniz var, iş arasında sevdiğiniz birini arıyorsunuz, sonra aramanızın mutluluğuyla işinize devam ediyorsunuz. Ya da (gastronomiden bir örnek:) Sevdiğiniz yiyeceğin sizi en mutlu ettiği anın hayali bir süre daha devam etsin istiyorsunuz. Peki ya sonra ne gelir? Unutulur mu, ya da yaşanılan nerede kalır? Zihinde yaşamak, ve yaşamın kendisi zaman içerisinde bir uyuşmazlığa düşmez mi?

Bu film de hayatın geçiciliği, ve durdurulamaz değişimi üzerine güzel bir kurguyla yukarıdaki soruları hatırlatıyor. Hemen aklıma gelmişken, filmde bu sorulara ara ara amerikan pratikliğiyle cevaplar verilmiyor değil; mesele division of labor konusuna bağlayarak hayatta herkesin bir işle meşgul olmaya, ya da bir şeyi başarma dünyaya geldiğini söylüyor film en sonda. Ve bence bu güzel filme yetersiz bir final bu.

Filmin özeti sona kaldı: Hayatın normal akışının aksine yaşlı doğup gençleşerek ölen Benjamin Button'un hikayesi, ******* sesinden ölüm döşeğindeki çocukluk arkadaşı ve eksi karısına anlatılıyor. Bir hastane odasında yaşamının sonuna gelmiş olan Daisy'nin yaşamı, Benjamin Button'ın günlüğüyle birlikte yeninden gözlerinde canlanıyor. (ama burası pek net değil, hikayeyi kimin gözünden gördüğümüz net değil, bazen Benjamin, bazen de Daisy gözüyle canlanıyor geçmiş.) Film çok gerçeküstü bir hikaye anlatırken, hikayenin anlatıldığı hastane odasında televizyonda yaklaşan hortumun haberi, gök gürültüleri, hastanın ağrıları ve hemşirenin sesi ile kesilen hikayenin akışı hikayenin sonunun gelmesine tehdit oluştururken; siz de o sırada hikayeye kapılıyorsunuz. Film Benjamin Butto için zamanın geriye işleyişini fantastik bir öykü üzerinden anlatıyor. Giderek gençleşen adam ve mükemmelliğin timsali yaşlanan kadın ile ortaya çıkan tezat, hayatın geçiciliğini ve geriye neyin kaldığını çok etkili bir biçimde anlatıyor. Kurgunun başarısına mükemmel oyunculuklar da eklenince film etkileyici bir film oluyor. Bu arada filmin görüntüler de çok etkileyici, sinemada izlemenin ayrı keyfi olurdu.

*******spoiler olmasın die. Bu arada tembelliği kaçıp oyuncu ismi yönetmen ismi vermedim--> başrollerde Brad Pitt ve Cate Blanchett var. Screenplay Eric Roth, yönetmen David Fincher.

28 Temmuz 2009 Salı

IL DIVO


Kimseler yazmaz olunca, aradan geçen zamanda benim de yazasım gelmedi. Neydi efendim, burada internet kamuoyuna malolacak yazıları aksatmadan yazacaktık; ama sanırım iş güç falan derden... Ama film izlemedim değil, sadece yazmaya ara verdim.

Hemen çiziktirip vaz geçmeden post edeyorum.

Filmin künyesi: Yönetmen Paolo Sorrentino, film gösterime 2008'de girmiş bir italyan filmi. Politik biyofrafi, İtalya'daki temizeller davası, çeşitli çevrelerin bizim Ergenekon davası olarak lafını ettiği davanın en güçlü sanıklarından birinin biyografisi film.

1960'lardan 1990'lara kadar uzanan kirli politik savaşlarda ardında yüzlerce cinayet ve yaralı bırakan bir dönemin artık sonlarını ele alıyor film. AB'ye üye, gelişmiş ülkeler klübünde yerini alan İtalya'da, eski soğuk savaş taktiklerini uygulayan kontr-gerilla teşkilatı tasfiye efilmiş (benim yorumum), ve dava 7 dönem üst üste başbakanlık yapmış filmin ana karakterine kadar ulaşmış. Ne diyelim, Türkiye' o kadar şanslı değil en fazla Kemalist koalisyonun tasfiyesi ile uğraşabiliyor. Filmi izlerken acaba Türkiye'de bu Ergenekon davasının filmi gelecekte çekilirse nasıl çekilir diye düşünmeden edemedim. Film biraz da kalıcılık, tarihin yargılaması, geride iz bırakma konularına değinmiş biyografisi işlenen kişi, Italian Prime Minister Giulio Andreotti üzerinden. Nihayetinde Türkiye'de yüzlerce cinayet işlendi, faili meçhullar malum, daha geçen yıl ölen askerlerin sayısı yüzü geçti, acaba bu defterler nasıl temize çekilir, filmi nasıl yapılır... Neyse fazla politika yok, sinema var.

Filmin Kenan Evren'i olan şahsiyet o kadar donuk, içe dönük, insanı vasıflardan uzak canlandırılmış ki, oyuncuya helal olsun, zaten ödülünü de almış. Filmin müzikleri hızını cinayetler sırasında kesmiyor, böylece filmin ana karakterinde işlenen felsefenin üzerinden başka yöne kaymıyor dikkateler. "İhtiyaçlar yaşamı kısaltır" diyor Andreotti filmde. Politik hesapların makyevalist güç ilişkileri ve çıkar dengelerinde uzmanlaşmış ve tüm fazlalıklarından arınmış şahsiyetsiz bir şahıs, ama en nihayetinde insan ve unutamadığı şeyler de var onu üzen ve pişman eden. Devlet kademelerinde iyice yükselenlerin iktidarları üzerinden meşruluk kazanan eylemleri, ve bu eylemlerin tarihin hassas terazisinde tartılması meselesi tarihle birlikte sürüp gidecek. Bu film de bu meselede bir damar yakalamaya çalışıyor. Merak ediyorum, acaba İtalyan'lar bu karakter cok masum gösterilmiş diye kızıyorlar mıdır. Bu arada Androtti'i tüm davalarından ceza almadan "kurtulıyor".

Androtti'nin unutamadığı şeyler siyasi yol arkadaşını kaçıran Kızıl Tugaylar'ın elinden kurtarılması mümkün olduğu halde kurtarmaması. Politikanın gerektirdiği rasyonel aklın vicdanında açtığı en büyük yara buymuş; acaba nerden biliniyor. Bir de kendine bile itiraf edemediği bastırılmış aşkı varmış, ölmüş daha doğmadan (bu bende sempati yarattı, elindeki iktidarı bu yönde kullanmayan bir sağcı politikacı; acaba gerçekten Sovyet düşmanlığına ve komünizm mücadelesine mi adamıştır kendini sahiden). Onun haricinde Androtti verdiği "büyük" mücadelelerin detaylarına gizlenmiş şahsiyeti. Az kalori tüketen çok yaşar hesabı, az insanı vasıflar sergileyenin politik ömrü uzun olur kuralını uygulamış yaşamı boyunca. Mahkeme cezalandırmamış ama mutsuz bitmiş kariyeri; filmin mesajları bunlar, daha öteye geçip ahlaki bir tutum takınmıyor.

Bu filme benzer bir film çekilmek istense sanırım yeterli derinlikte siyasetçi bulma sorunu yaşanırdı Türkiye'de. Çünkü film bir hayat felsefesine dayanarak, onun nice acılar yaratan sonuçlarına değinmeden bir hikaye aktarıyor izleyiciye. Bizdeki siyasetçiler işlense herhalde dış sese çok ihtiyaç olurdu filmde. Belki Süleyman Demirel ağzından akıl oyunları içeren bir senaryo absürd kaçmayabilirdi, diğer sağcı politikacılarımızın durumu pek parlak olmazdı herhalde. Bu film belki Nixon/Frost filmi ile çok benzer mesajlar içeriyor. İkisini yakın zamanda izlediğmden, ve sağcı politikacıların felsefesine pek merak duymadığımdan filmden çok haz almadığımı belirterek bitireyim.