27 Aralık 2008 Cumartesi

No Country for Old Men ( 2007 )

Bu hafta içinde izlediğim ikinci Coen Kardeşler filmi. Bir kaç gün önce de Fargo'yu (nihayet) izleyebildim. İki filmi de çok beğendim. İkisinde de hem içerik olarak hem kurgusal olarak benzerlikler vardı. Hikayeler ve karakterler oldukça absürd ama şaşırtalım, korkutalım, seyirciyi şöyle etkileyelim gibi bir çabadan eser yok. Hem aksiyonu hem de sakin bir ritmi var anlayacağınız. Bu herkesin sevdiği bir şey değil ama gerçeklikle olan bağı sıkılaştırdığı için ben seviyorum. İyi bir örnek olmayacak belki ama bir 3. sayfa haberi okuyup, üzerine konuşmak gibi bir şey. Bunu Fargo'da anlamak daha mümkün çünkü Coen'ler kullandığı bir hile var filmde. Burda söylemeyeceğim tabii ki. İzlerseniz siz de kendinizi test etmiş olursunuz bir nevi.

Bu filme dönecek olursak:
Coen Kardeşler hikayeyi amaçtan ziyade bir araç olarak kullanılıyor düşüncem bu filmden sonra epeyce pekişti. Bu kötü veya sıradan bir hikaye olduğu anlamına gelmiyor tabii ki. Ancak işin özü sadece aksiyonda değil, zaten öyle olsaydı sanırım benim çok da beğeneceğim bir film olmazdı diye düşünüyorum. Dedik ya ortada bir hikaye var; işte Kardeşler de hikaye süresince kimi yerlerde bir soru atıp köşelerine geri çekiliyorlar. Biraz geçince sanki üzerinde yeterince düşünmemişsiniz veya çabuk yargıya varmışsınız gibi tekrar çıkıp bir yandan dürtüklüyorlar. Kafanız karışıyor, toparlamaya izin vermeden tekrar gelip öbür yandan dürtüklüyorlar. Ancak hiç bir cevap vermiyorlar izleyiciye.

Filmde şiddet ile insan arasındaki ilişki, topluma yansıması ve ne şekilde içselleştirildiği konusunda sorular bulmak mümkün. Aslında senaryo bir kitaptan uyarlamaymış ve kitap bu sorgulamayı daha yoğun bir şekilde yapıyormuş. Hatta kitabın özünü çok net bir şekilde anlatamadıklarına dair bir kaç yorum da gördüm. Ama burada düşünülmesi gereken iki faktör var. İlki bu bir sinema filmi yani kitlesi farklı, dolayısıyla talepler farklı. İkincisi de Coen Kardeşlerin belli bir çizgisi, tarzı olduğu. Gene de kitabı bilmediğim için ne aklamak ne de karalamak isterim bu konuda onları. Aslına bakarsanız kitabın amacına hizmet etmek zorunda da değiller gibi bir düşünce de olabilir.

Aslında film karşılıklı tartışmaya daha müsait bence. Akılma yazacak şeyler geliyor ama beraberinde tezatlarını da getiriyor. O yüzden bu kadar yeterli şimdilik.

7 Aralık 2008 Pazar

Gerçeklik ve Bir Film : Issız Adam


Arkadaşım bana sen de yazabilirsin dediğinde şöyle bir düşündüm, açıkçası çekindim yazmaya, belki de korktum. Böyle etkili bir filmin tesirindeyken, bir sürü karmaşık düşünce arasında yazamayacağımı düşünmüştüm. Herkes gibi benzer şeyleri yaşayıp, yaşadıkları üzerinden bunu tartışırken bir çıkış yolu bulamayacağımı düşünüp korkmuştum aklıma gelenleri yazmaya.

Issız Adam filmi her şeyi; hepimizin yaşadığı, bildiği, karşılaştığı şeyleri gerçekten de yaşadığımız şekliyle anlatıyordu. Herkesin bu kadar sıradan olmasına karşın etkilendiğini söylemesinin nedeni ise “hepimizin bildiği şeyler”, “hepimiz yaşıyoruz bu yüzden çok etkili”, “benim yaşadıklarımı anlatmış” kadar basit değildi bence.

İstanbul’da yaşayan, birçoğu Anadolu’dan, taşradan gelmiş, öğrencilik yıllarının bir kısmı Taksim ve İstiklal Caddesinde geçmiş, bu kalabalığa alışkın, filmin mekanlarına, geçen diyaloglarına, ve film boyunca görünen bir çok imgeye aşina olan insanlar için gerçekten olağandı bütün film. Burada yaratılan bütün kurgu çoğumuz için bir gerçekti kuşkusuz. Alper en az on yıl kadar zamanını bu şehirde geçirmişti. İlk zamanlarında belki büyük zorluklar yaşamıştı. Ama bütün hırsıyla burada bir yer edinmenin savaşını vermişti. Şüphesiz kazanmıştı. Her taşradan büyük kente gelen gibi İstanbullu olmak için onun kurallarıyla oynayıp onu yendiğini zannederken aslında ondan biri olup, bu hayata metropol’ün bağlı olabileceğinden daha da çok bağlanmıştı. Kendi gerçekliği ve nedenselliğinden, orada neden bulunduğundan çok bu şehre ve onun yaşantısına bağlanmıştı. Bu şehri şimdi sahip olduğu ve daha sonra da olmaya devam edeceği gerçekliğine kendisi kavuşturmuştu.

Hepimiz, günümüzdeki kültür endüstrisinin kurguladığı bu gerçekliğe, bu yapay gerçekliğe, hakikate olandan daha bağlıyız. Her konuştuğumuzu, her yaptığımızı, her düşündüğümüzü, her yazdığımızı onun içinden yazıyor, düşünüyor, söylüyoruz. Oyunun kuralları, araçları, nesneleri ve aklımıza gelen her şeyi onun tarafından, aslında onu üretmiş olan ve üreten bizler tarafından oluşturuluyor. Ve bu gerçeklik her gün kendini tüketmekte olan bizler tarafından yeniden üretiyor. Hepimizin aşina olduğu bildiği bu yapay kültürün göstergeleri ile işlenmiş bu filmin o bilindik gerçekliği ise bunlara tersinden bakabilmiş olmasından kaynaklanıyor. Çağan Irmak memleketten gelen anne ve bir sevgili ile bu yapay gerçeklik bulutunu delip geçiyor. Aslında onlar da herkesin sahip olduğu memleketindeki annesi ve sevgilisi olmasına karşın burada kentlinin kendi kendine yarattığı gerçeklik ile çelişiyor. İşte bu noktada Çqğqn Irmak bize bir kapı aralıyor. Alper’in yalnızlığına, tatminsizliğine ve daha önceden aşina olduğumuz fakat bu aralıktan bakınca nedenselliğini yitiren bu hırsına tersinden bakıyoruz. Filmde geçen bazı imgeler bu aralıkları temsil ediyor. Ada’nın hepimizin alışık olduğu öksüz doyuran kahvesine, annenin içtiği Türk kahvesi üzerinden bakıyoruz. Harika bir restoran, özgürce döşenmiş evle kurulan özgürlüğe ve sıra dışılığa eski bir arkadaşın geleneksel düğünü üzerinden bakıyoruz. Bu noktada etrafımızda örülü bu yaşantının kendi kendine kurguladığı nedenselliği batıyor. Alper, annesine “zor be anne” diye içinden çıkamadığı, kaçamadığı, kurtulamadığı nedensellik bu. Bu aslında bir geçeklik değil. Burada asıl olan gerçeklik bir sevgilinin duyduğu aşk, annenin duyduğu sonsuz şefkat olarak karşımıza çıkıyor. Bu bir yapay gerçeklik değil bu, hakikatin ta kendisi. Kendiliğinden oluşmuş, herhangi bir itki sebebiyle doğmamış hakikat burada işte. Daha önce hiç böyle yaşanmamış bir gerçek sevişme, senelerdir hiç farkına varılmamış bir anne şefkati Alper’i zehirliyor. Bu zehirle yaşamaktan kaçmak onun için çözüm. Ama aslında artık hiç de kurtulamayacağı hakikatten uzak gibi görünse de, aşkın hatıraları ve bir iş arkadaşının oğluna duyulan şefkat hakikatin onun peşini bırakmasına engel olmuyor.

Ve film bitiyor, sinemadan çıkılıyor, caddede yürünüyor. Filmin müzikleri, filmin mekanlarında çalınıyor, arkadaşlar arasında hep bu film konuşuluyor. Bazıları filmde görülen kitapları satın alıyor, müzikleri alıyor tekrar tekrar dinliyor. Filmin ürettiği nedensellikle eski pikaplar tamire gidiyor, pikap fiyatları tavan yapıyor. Eski plaklar sandıktan çıkıyor. Yeniden dinleniyor. Sözlükler doluyor taşıyor. Ve ben burada oturup bu film üzerinden yazıyorum düşündüklerimi. Çağan Irmak da bunu bu kentin gerçekliğinin kuralları ile yapıyor. Her üretilen bu sistemin içinde, bu gerçekliğin ve bizi kullanarak kendi kendini büyüten bu gerçekliğin içinde. Ve bu nedensiz gerçeklik hakikatten uzak sürekli kendini büyütmeye devam ediyor. Hakikat ise Çağan Irmak gibilerin bize araladığı bazı kapı aralıklarından ardında keşfedilmeyi bekliyor.

2 Aralık 2008 Salı

Philadelphia


Bu film benim bir yorgunluk krizimde CNBC-e nin bana hediye ettiği bir film. Evde Tv yok, internetten Sipru'dan izledim. Filmin başında internet filmin can alıcı yerinde giderse ne yaparım diye düşüne düşüne bir on beş yirmi dakka geçmiştir. İlk reklam arasına kadar bu kaygıyla, sonra da merakla izledim filmi. Bu arada reklam aralı bir filmi izlemeyeli olmuş baya. Böyle dediğimden çok özlediğim sanılmasın, fakat yorgunluğun üzerine giden bir film de biraz da alkol varsa yanında, sık film araları fena olmuyo.

Bu film tabi ayık kafa ister, tabi Tv'den izlenen bir film ne kadar ayık kafa ile izlenir tartışmalı. Bu sefer kural ihlali yapmadan sıcağı sıcağına yazıyorum film hakkında.

İzlediğim bu film gibi olan filmler çok sayıda olsa, isteyen her aradığı konuda bulsa keşke. Hani gerçek hayat hikayelerine dayanan didaktik filmler olur ya, bu film de onlara benziyor. Üstelik didaktik yanı mahkeme salonundaki duruşmalarla çok heyecanlı derinlikli işlenmiş. Bu filme bakalım şu celsede ne olacak, o buna ne söyleyecek, ya da nasıl da lafı gediğine oturttu gibisinden heyecanların geri planda olduğu bir film. Meselenin özü mahkeme duruşmalarının geçtiği sahnelerinin arasındaki sahnelerde örülüyor. Film kariyerinde başarı merdivenlerinin çok hızlı tırmanıp başarılı olmuş AIDS'li eşcinsel bir avukatın hikayesi. Bu karakteri Tom Hanks canlandırıyor, ve oldukça başarılı bir performansı var filmde. Ben Tom Hanks'in oyunculuğunu donuk, şaşırtmacası olmayan fakat rahatsız edici sıradanlıklardan da uzak istikrarlı bir oyuncuk olarak gördüm onu bildim bileli. Bu filmde sanki benim bu yargılarımın biraz dışına çıkmış gibi; ama belirteyim "gibi".

Filmin baş karakteri AIDS hastalığını gizlediğinden, ve aynı zamanda eşcinsel olduğundan; hastalığı diğer şirket ortaklarınca öğrenilir öğrenilmez işten kovuluyor. Şu kriz gündemlerinde işten atılma korkusu olan orta sınıf vatandaşlarımız, devlet memuru olmayanlarımız, bu filmi izlerken AIDS'li ve eşcinsel olmadıklarına sevinebilirler. Fakat film konusunu öyle güzel işlemiş ki, bizi eşcinsellik ve AIDS konusundaki önyargılar hakkında ahlaki açıdan aydınlatıcı bir film oluvermiş. Aslında eşcinsellik doğal, saldırgan olmayan, insanın doğasının onun fizyolojik yapısını ve aynı zamanda sosyal dokunun bir parçası olan bir olgu olduğu işlenmiş güzelce. Sonra üzerine AIDS hastaları konusunda paranoyaları doğrudan karşısına almadan yumşatmaya çalışmış film.

Dikkatimi çeken bir sahne var, filmin patronları bizim karakteri işten attıktan sonra NBA basketbol ligi maçını locadan izliyorlar. Filmin baş karakteri olan avukat da işten atılma sürecini mahkemeye taşıma kararını almış oluyor o sıralarda, ve kendisi de bir avukat tutuyor. Bu avukatı Denzel Washington oynuyor. İşte mahkemenin ilk duruşmasını bu locada iletiyor şirketin ortaklarına Denzol Washington. Bu sahnede hemen AIDSli olan bir basketbolcu (Magic Johnson) geldi aklıma, acaba bu sahnede oraya bir gönderme mi vardı. Bu gözlemimi yazıyı yazdıktan sonra araştıracağım, film eski, bu olayla çakışıyor olabilir. Magic Johnson basket sahalarında ayrılmıştı benim hatırladığım.
Film, homofobik olanlar ve AIDS hakkında kulaktan dolma söylentiler dışında bilgisi olmayanlar için kesinlikle aydınlatıcı.

Böyle aydınlatıcı, bir hayatı özetleyen, ya da vurucu bir hikayede bize hiç olamayacağımız şeylerin deneyimini yaşatan filmleri ben ayrı bir seviyorum. Mesela geçen Ramazan Bayramı tatilinde yine CNBC-e de İkinci Dünya Savaşı hakkında bir film izlemiştim. Film savaş sırasında bir Alman denizaltısında geçiyor. Bir denizaltıda olamının (çünkü denizaltı fantastik bir araştır, çocukluk hayallerimizi süsler, önemsiz değildir, Beatles'in "Yellow Submarine" adlı bir şarkısı bile vardır)nasıl bir şey olacağını bir güzel hissettirmişti film. Bu filmde de baskı gören, hakkında uygulanan yargısız infaz uygulanan bir kişinin hikayesine tanık oluyoruz. Üstelik bu kişi hem eşcinsel, hem AIDSli (bir maden ocağında çalışan işçi olmadığı kaldı şu post-forsit neoliberal çağda) bir karakter. Haliylen bu kimlikler üzerinde bir duyarlılık geliştirmece söz konusu filmde. Ne diyeyim, film süper'in altı bir kategori olan başarılı statüsünde. Denk gelirsenin izleyin.

16 Kasım 2008 Pazar

Issız Adam

Çağan Irmak'ın bu yeni filmini farklı yaşlarımda farklı yaşanmışlıklar üzerine izleseydim, filmi neden sevdiğim sorusuna değişik cevaplarım olurdu. Oysa bugün, filmden çıktığımdan beri dönüp dolaşıp geldiğim bu soruya verecek bir cevabım yok, sanırım da olmayacak. Aşkın tarifsizliğine inanan biri olarak film için "aşkı anlatıyor" demekten özellikle kaçınmak isterim. "Birilerinin aşkını" anlatıyor demek daha doğru geliyor bana. Aslında çok da fazla şey söyleyip henüz izlemeyenleri yönledirmek yanlış bir şey olur bu film için. Bu yüzden eğer izlemediyseniz, yazının ikinci paragrafından ötesini okumamanızı öneririm size. Ancak şunu demeden edemeyeceğim ki filmin sonunda kendi kendime şöyle dedim : "(Selvi Boylum Al Yazmalım'ı bir kenara koyarsak) Sonunda bizde de birileri adam gibi bir aşk filmi çekti, helal olsun sana Çağan Irmak!"
Aslında herkes, aşka dair anlatılanlardan kendi almak istediğini alır gibi gelir bana hep. Bu yüzden burada yazacaklarım da bu durumun bir tezahürü olacaktır muhtemelen. Bir başka biri çıkıp da çok farklı şeyler anlatırsa şaşırmamak gerek o yüzden.

Öncelikle ben bu filme hiç dahil olmadım. Tamamen iki kişi arasında bir filmdi ve ben üçüncü kişi olduğumu hep hissettim. Bunu iyi bir şey olarak gördüm. Bu sayede karakterlerin yaşadıklarını daha objektif olarak izleyip, birine diğerinden daha fazla yaklaşmamayı başardım.Oturup bir hikaye izledim yani sorgulamadan, yargılamadan, haklı haksız aramadan, sonuna dek.

Sanırım aşık olmak için cesur olmak gerekmez ancak belki hem aşık olup hem mutlu olmak (ya da hissettiğini yaşayabilmek mi demeli buna ?) cesurların harcıdır. Çünkü bu yenilmeyi bilmeyi gerektirir, bu da cesur olmayı bir yerde. Ada benim gözüme cesur gözüktü mücadelesinde pes ederken, Alper'in annesinin "sakın bırakma" öğüdünü tutmayarak. Yalnız kaldığı noktada kendi başına bir son çizdi aşklarına. Yanında olmak istemeyeni zorlamanın bir alemi yoktu ki belki de bu durumda zorlamak büyük bir yara açardı o aşkın seyrinde ve bir zaman sonra eski sevgili ile karşılaştığınızda iç sesinizin "sevgilim" diye hitap etmesine engel olurdu. Alper yenilmeyi geç de olsa bir tokanın vesilesi ile öğrendi. Mutluluk geldi mi diye soranınız olabilir. Evet, bence mutluluk geldi ama beraberinde başka duyguları da getirdi, keder gibi mesela. Yoksa son kez ayrılmadan evvel öylesine sarılabilir miydi Ada'ya?

Yazarken hep belki belki dedim çünkü yazdıklarımdan emin değilim, olamam, kimse de olmasın. Aşk böyle bir şey bence. Dediğim gibi, başka bir zamanda izlesem bambaşka çıkarımlar yapabilirim aynı şeylerden. Ama şu değişmez gibi geliyor. Hikayedeki olaylar ne olursa olsun veya ben nasıl görürsem göreyim, vuslatsız bir son dahi olsa, Atlas Pasajı'ndaki o son kucaklaşmanın içinde sakladıkları beni hem gülümsetecek hem de ağlatacaktır. Filmin güzelliği işte tam burada. Sözkonusu aşkın kimyasını sulandırmadan ve yargılamadan iletebilmesinde.

Bunun dışında bahsetmek istediğim başka bir nokta da Cemal Hünal. Oyuncunun, Çağan Irmak'ın daha önceki Babam ve Oğlum ile Ulak filmlerinde de rol almış olan Yetkin Dikinciler'e olan benzerliği benim hayli dikkatimi çekti. Bu benzerlikten mi etkilendim bilemiyorum ama performans açısından da oldukça yakın buldum. Önemsiz bir ayrıntı diyelim. Okumuş olanlar için biraz daha önemli olabilecek bir ayrıntı da Puslu Kıtalar Atlası. Çünkü kitapta maceranın bir ibadet olduğundan ve bilgiye, maceraya atılmaktan kormayarak ulaşabileceğinden bahseder Uzun İhsan Efendi. Ben kendimce düşündüm tabi ama Çağan Irmak'ın bu kitaba neden vurgu yaptığını da kendisinden dinlemeyi çok isterim açıkçası.

7 Kasım 2008 Cuma

Mustafa


Uzerine çok tartışılan bu belgesel-kurgu filmi hakkında bir tartışma yazısı daha pek çekilmez herhalde. Zaten söyleneceklerin çoğu söylendi, yazılacaklar yazıldı. Filmin konusu pek önemli bir şahsiyet, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu kişisi ve tekleştirilen efsanevi lideri olunca tartışmaların olmaması kaçınılmazdı. Ben de bu aralar sitemizin sinemaya gitmeye zaman yetiştiremeyen bir üyesi olarak nacizane görüşlermi aktarayım dedim. Yazacaklarım orijinal, diğer yorumlardan aparma yok, benzerlikler olursa bu yazıdan alınmış demektir :) Şaka bi yana, sanatsal yönünden çok siyasi mesajları tartışılan bu filme ben de biraz bu pencereden yaklaşacağım.

Şimdi bu yazıda yeni bir şey yapıp filmdan daha detaylı bahsedeceğim. Daha önce "büyü bozucu" olabilecek noktaları yazmamaya özen gösteriyordum, fakat yazı bir sağır dilsiz yazısına dönüyor o zaman, iyice felsefeye kayıp zırvalarken buluyorum kendimi. Bir; Mustafa'nın abisini filmin başında çakallar yiyiyor. İki Mustafa orta okulda din hocasından yediği dayağı unutamıyor. Üç Mustafa'nın ecnebi bir yavuklusu var. Dört, Mustafa çok yanlız. Beş, günde bir şişe büyük rakı, 3 paket sigara ve 15 fincan kahve içiyor.

Filmin bu önemli noktalarına parmak basmak için yönetmen Can Dündar tam 6 yıl çalışmış. Hatta kendisine daha önce açılmamış genelkurmay arşivleri açılmış. Sanırım Dündar arşivlerde bulduklarını başka bir filme saklıyor ki, bu film Atatürk'ün yaşam hikayesi hakkında hiçbir orjinallik içermiyor (abisini mezarında çakalların yemesi, yabancı bir sevgili, doğu vilayetlerinde evlat edinilen bir çocuk, karanlıktan korkma haricinde). Filme hikayesine hareket katan bu noktalar çoğu zaman Kurtuluş Savaşı sahnesinden ya da cumhuriyetin kuruluş mücadelelerinin olduğu sahnelerden daha fazla işlenmiş. Yani buradan denebilir ki bu film bir tarih belgeseli değildi, Mustafa'yı ete kemiğe büründüren, Atatürk'ü insanlık halleriyle sunan bir filmdi. Filmin kendini burada sınırladığını farz etsem bile, bu amacı da yerine getirdiğini düşünmüyorum. Tarih kitaplarındaki karga kovalama hikayesini başlangıç sahnesi yapan film, Mustafa Kemal Atatürk'ün bilinen yaşam hikayesine yeni sayfalar eklemiyor. (Bu karga kovalama sahnesini Atilla Dorsay övdü, cok güzel geçiş falan diye; teknoloji iyi kullanılmış. E peki daha? Daha başka bir şey istemek hakkımız degil mi Mustafa'dan? Çocukken gözümüzde canlandırdığımız karga kovalayan Mustafa hayallerimizi cok başarılı canlandırığı için teşekkür mü etmeliyiz Dündar'a? Klişe için sağolsun.)

Filmin yaşam hikayesine odaklanarak başarıyla vurguladığı tek tema, Mustafa'nın Atatürk olduktan sonra da hep yanlız olduğu. Belki de bu filmin ismi Yanlız Mustafa olmalıylı. Film bu mesajın doğruluğundan bir an için şüphe duymuyor, seyirciyi ikna konusunda da çok ısrarcı. Belgeselin sınırlarında çıktığı bu noktada kurguya dayanan tüm sahneler, Mustafa'nın ne kadar yanlız olduğunu gösteren sahneler. Tarlada yalnız, okulda yalnız, cephede yalnız, hapiste yalnız, vapurda yalnız, trende yalnız, mecliste yalnız, evde yalnız, içki masasında yalnız, sarayda yalnız, hasta yatağında yalnız. Bu mesajı almayan filmden başka bir şey almıyor. Fakir bi film yani bu açıdan. Filmde hareketliliği sağlayan bu kurgular dışında sanırım bir iki yerde de Sovyetler Birliğinden sinemacıların çektiği Anaranın Ruhu fiminden alıntılar var. Diğer kısımlar güzel müzikler eşliğinde bir slayt show.

Yanlız Atatürk hikayesinin doğru olmadığını, ya da böyle bir Atatürk imajı yaratmanın doğru olmadığını çok kişi ya da kurum iddia etti. Filmi siyasi bulup sponsor olmayan Turkcell hakkında da eleştiriler mail kutularında dolaşıyor. Böyle eleştirilerin populerlik kazanmasında Atatürk'ü lider olarak ideal yansıtılmamasına yönelik duygusal tepkiler etkili oldu herhalde. Filmi kız arkadaşımla beraber izledik. Yüceleştirilen lider figürünün dışında bir Mustafa bekliyorduk. Atatürk'ün içkiciliğiyle çok da problemimiz yok, buna üzülenleri de pek anlamıyoruz. Fakat ete kemiğe bürünen Mustafa'nın yüreğinde taşıdığı tek insani duygu insanı yanlızlık mıdır? Ben emin değilim.

Sınırları zorlamama konusunda her zaman özen göstermiş, hakim söylemin dışına çıkmayıp merkezin populer solumtrak vicdanlı gazetecisi olma rolünü kendine edinen Can Dündar'dan belki de özgün bir film beklemek doğru değil. Yani denebilir ki ne iyi oldu bu filmi çektiği, Atatürk filmlerinin önünü açtı, arşivlere Atatürk belgeseli kazandırdı; işte bu kadar. Dahasını bekleyen filme gitmesin, açsın biraz kitap okusun. Belki tartışmalara katılmak için izlenebilir, ve en nihayetinde az sayıdaki Atatürk filmerinden :)

Not: Mustafa filmi hakkında (biraz felsefi açıdan) farklı bir yazı, TIK ediniz.

Bir de afişte fimin sponsoru TURKCEL olarak görünüyor, ama image search sonuçlarında iyisini bulamadık...

12 Ekim 2008 Pazar

Lemon Tree


Limon Ağacı filmekimi kapsamında gösterilen bir film. İsrail-Almanya-Fransa ortak yapımı ve 2008 de çekilmiş. Yönetmeni Eran Riklis. Şahsen daha önce bir filmini izlemedim ve tanıdığımı söyleyemem ancak bir önceki filmi olan Suriyeli Gelin hakkında epey bir şey duymuştum ve ilgimi çekmişti. Kısmet bu filmeymiş.

Film İsrail savunma bakanının sınırda bir eve taşınması ile başlar. Açıkçası başka bir yer kalmamış gibi neden böyle bir yere taşındığını anlayamadım ama zaten konuyla da ilgisi yok. Bakanın komşusu bir limon bahçesi olan, buradan kazandığı parayla hayatını sürdüren, yalnız yaşayan Filistinli bir kadın olan Selma'dır. Taşınmadan hemen sonra her türlü muhtemel terör saldırısına karşı önlemler alınır.İstihbaratçılara göre, 50 yıldır tek bir kurşun bile atılmayan limon bahçesi de tabi ki terör saldırıları için potansiyel bir yuva teşkil etmektedir. Bu durumda yönetim ağaçların sökülmesine karar verir. Diğer tarafta bahçe Selma'nın babasından kalmış, sadece maddi değil aynı zamanda manevi değeri de göz önünde bulundurulması gereken bir yerdir. Kararın üzerine Selma hukuki yollardan mücadelesine başlar.

Film politik görünmesine rağmen aslında oldukça bireysel ve insani bir zemin üzerine kurgulanmış. Yani olayların sebepleri dönüp dolaşıp politik nedenlere dayansa da, aslında ortada bir limon bahçesi ve bu bahçenin iki farklı tarafında iki farklı yaşam var. Hatta belli bir yerden sonra film bir kadın hikayesine dönüşüyor bence. Kadın duyarlılığının farklı yüzlerine tanık oluyor izleyici. İki tarafta da erkekler ve kadınlar var. Erkekler daha çok statüko tarafındaydı ve de kadınları "saptıkları" yoldan geri getirme çabası içerisindeydi. Bu dediğimi, film gerçekten bir parça anlatmak mı istiyordu yoksa ben mi biraz böyle görmek istedim bilmiyorum ama itiraf etmeliyim ki sunuluş biçimi oldukça hoşuma gitti.

Filmin sonunda kimin galip kimin mağlup olduğu konusunda karar vermekte zorlanabilirsiniz. En azından karar verirken kriterlerinizin ne olacağı konusunda kısa bir beyin jimnastiği gerekebilir.Çok da kolay olmayan kararlar, çok da kolay yargılanamayack eylemler söz konusu.

Bu arada bu yazıyı zamanında yakalayanlar için, az önce öğrendğime göre bu akşam kanal 24 te film yayınlanacak. İnsanın içini şişirmeyen, fenalıklar getirmeyen, ironik, güzel bir dram. Seveceğinizi düşünüyorum.

18 Eylül 2008 Perşembe

Big Fish


Film bir Tim Burton filmi. Daha önce bu yönetmenin herhangi bir filmini izleyenler için, film hakkında genel bir fikir verebilir bu gerçek. Yani fantastik dünyalardan ve masallardan hoşlananlar için oldukça keyifli. İzlediklerinde daha çok gerçekçilik arayaların ise pek hoşlanacağını düşünmüyorum.
Filmin konusu şöyle: Edward Bloom hayalle gerçeğin birbirine karıştığı öyküler anlatmaktan hoşlanan, bu sayede etrafındakilerin sempatisini kazanmış yaşlı bir adamdır. Oğlu Will ise babasından bu hikayeleden başka bir şey dinlemediği ve artık masal yaşı çoktan geçtiği için babasına öfkelidir. Çünkü babası hakkında 'gerçek' birşey bilmediğini düşünür. Film baba oğul arasındaki ilişki üzerine ilerler. Bu sırada temel olarak beslendiği nokta da Edward'ın hikayeleridir.
Hikayelerin oldukça masalımsı olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. En azından ben böyle hissettim. Hatta kimi zaman Bin Bir Gece Masalları tadı buldum. Görsel olarak da oldukça güzel aktarılmış. Hayal gücü ürünlerini seven biri olarak çok keyif aldığımı söyleyebilirim. Masal masal dedim sürekli ama şunu da belirtemek gereki ki, film gerçeklik duygusundan hiç de kopuk değil. İzleyiciye düşü sunup, buradan bir gerçekliğe ulaşmasını bekliyor gibi yönetmen. Yani Pamuk Prenses dinlemek gibi bir şey değil. Nasıl oluyor diyenler olabilir, açıklaması zor, ancak izlerseniz ne demek istediğimi anlayabilirsiniz gibi geliyor.
Filmden çekip çıkarılabilecek çok faklı şeyler olabilir. Bu da sizin hayal gücünüze kalmış. Ama ben de ilk uyanan duygu karmaşıklaştırdığımız olaylara aslında basit yollardan, vesvese yapmadan ama karalı ve cesur bir şekilde yaklaşılabilineceği oldu. Hikayelerin kahramanında ben bunu gördüm en çok. Adam kesinlikle sıradışı ve absürd ancak basit.
Oyuncuları çok beğendim. Özellikle Edward'ı oynayan Albert Finney gayet başarılı. Ewan Mc Gregor ise bu filmle daha da bi sempatimi kazandı. Bir başka beğendiğim yön de film müzikleri. Film bittiğinde düşünecek şeyler kalıyor insanda. Bence izlemeye değer bir film.

28 Ağustos 2008 Perşembe

Taxi Driver (1976)


Bu otobus yolculuklarında gösterilen taxi driver değil, yanlış anlama olmasın. Martin Scorsese'in çektiği, Rober De Niro'nun rollerin başını çektiği film. Bizim sitenin mantığı, bazı ihlaller olsa da, filmi izledikten hemen sonra yazmak olduğu için filmle araya fazla mesafe koymadan yazıyoruz. O yüzden övgü sövgü tarzı şeyler yazılarda fazla olursa mazur görün fazla takılmayın. Daha ilk dakikalardan sonra yaa süper, ya da niye böyle oldu ki şimdi diye insan üzerindeki stresi atmak istiyor biraz. Ben de öyle yapacağım, kaçarı yok.
Ya nasil bir sondu o öyle, sanki iki defa çekmiş adam filmin sonunu, filmi sanki iki defa izlemişim ve de filmin sonuna iki defa ben karar vermişim gibi oldu, niye öyle oldu anlamadım. Filmde taksi şöförünün penceresinden aynasından yansıyan karelerin akışı bi noktadan sonra bozuluverdi filmde. Baş karakter Travis, hiç uyumadığından ya da başka sebeplerden, gece yaptığı yolculuklarda karşılaşıp beğenmediği hayatı bi tek günlüğüyle (ve ekran başında benimle) paylaşıp, birden herşeyi değiştirmeye karar veriverdi. Ama neyi değiştirmeye? Travis girişken, aynı zamanda serin kanlılığını koruyabilen, bir yönetmenle karşılaşşa aktör, yani bir elinden tutan olsa herşekilde karşımıza çıkabilecek bir adam iken filmde; eğitimsiz, yanlız, bilgisiz, uykusuz garip bir adam. Bir atom mühendisi bile olabilirdi ama olmadı işte, hayat koşulları böyle, imkanlar elvermedi türünden açıklamalar değil sadece filmde verilen. Daha küçük anlara bölünmüş, insanin kendiyle başabaşa kaldığında kendi için tasarladıklarının çeşitliliklerinden bir tür olasılıklar zinciri kuruyor film. Yani hayal ederken, istersen hala atom mühendisi olabilirsin, tabi hayal etmeye devam ettikçe. Film bu mikro düzeyde karşılaşılan zorluklardan, yani bu küçük hayallerin şekillenmesinde bile karşılaşılabilen durumlardan bahsediyor. Filmde hayatın pislik koşulları yok mu, onlar gizlenmiş mi? Hayır, onlar da var, hem de fazlasıyla. Film o yöndeki zenginliği açısından Scorsees'in daha sonra çektiği Bringing Out the Dead filmiyle benzeşiyor. Hikayeler sayısız, ve biz bir taksi şöförü gibi geçip gidiyoruz içlerinden. Bir yandan da taksi söförünün hikayesi örülüyor yavaş yavaş, ve giderek hızlanarak.
Sözü yarım birakmadan devam edelim, Travis tutuğunu koparabilecek güçte iradeli bir genç olarak (lümpenliği göklere çıkardım galiba) direksiyon başında etrafa bakışlar fırlatırken hayatının kadınıyla tanışıyor ve filmin esas güzellikleri bundan sonra başlıyor, film akıp gidiveriyor. Onlardan bahsetmeyeceğim, izleyen olursa görür. Filmin burasından sonra bıçak sırtı gibi keskin çizgide ilerleyen olaylar, iyi giderken kötüye kötü giderkende iyiye gidiveriyor. Açıklaması da çok basit: hayat işte böyle. Tabii ki bu kadarla da kalmıyor, ve Scorsese öyle kolay olunmuyor. Hayat böyle, ama bu kadar sadelik ve açıklık tek düzelik, ya da basitlik mi demek? Belki evet, belki hayır. Film burada açıklamaları filmi izleyenlerin kendisine bırakıyor. Yani bu fimi izleyenler, hayatin çelişkiler taşıdığını ve hayatın onları öyle bırakmadan çeşitli adreslere postaladığını görüyorlar. "You are healthy as long as you feel" (öyle hissettiğin sürece sağlıklısın), bu filmden Travisin aynanın karşısında çeşitli badirelerden sonra bir ara kendisine söylediği bir söz. Ama acaba gerçekten öyle mi? Başka gözlerin başka anlattığı çelişik hayatlara içeriden bir bakış bu film. Akira Kurosava'nın Rashomon'unu andırıyor (Rashomon'da aynı olayın birkaç hikayesi birden perdeye yansıyor) ama bu filmde hikaye tek, farklı yorumlarsa fazla seslendirilmeden fimin sonunda izleyiciye bırakılmış. Daha geniş sinema kültürü olanlar, belki benzerlik kurmada bir kabızlık yaşadığımı düşünebilirler; yorumlarını saygıyla karşılarız.
Bir izlenesi film daha, ben izledim diye demiyorum.

Not: Radyo Eksen dinleyenlerin aşina olduğu bir replik var. "You talkin' to me? You talkin' to me? You talkin' to me? Then who the hell else are you talking... you talking to me? Well I'm the only one here. Who the fuck do you think you're talking to? Oh yeah? OK" diye bir replik. İşte o replikler bu filmden.
Bizim eski siteden umudu kestim, oradaki yazıları da buraya aktarıyorum, sitede çalışmalar devam edecek.
Diğer yazarlarımız şu anda yaz tatillerinde oldukları için köşelerini dolduramıyorlar, döndüklerinde eminin yüklü yazılarla karşılaşacağız.
Bir de resme aldanmayın, film renkli siyah beyaz değil.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Human Traffic

Film İngiltere-Irlanda (1999) yapimi. Yönetmenin ilk filmi ve başka da çekmemiş. Bu filmi yazıp çektiğinde yetmiş dört doğumlu Justin Kerrigan yirmi beş yaşındayda oluyor.
IMDB’de yapılan oylama popüler kültürün yarattığı beğeni duygusunun daraldığıını gösteriyor; 21 Ağu. 08 için ortalama 6.6/10 filme verilen puanlama, yedi bin küsür kişi tarafından. Fakan ben cok beğendim, 10 diyorum, eksikleri için not kırmıyorum; yani ben de tarafsız değilim. Bu arada filmin on ödülü var, altı tane başka ödüle de aday gösterilmiş. Yani raytinglere güvenmiyosaniz benim gibi, daha iyi başka kriter ne olsun. Fakan çok ciddiye de almamak lazim benim gibi bu reyting işini. Chatleşme olayında diyalog kurmayı öğrendiğim gibi, bu sanal ortam oylamalarını da biraz daha rahatlıkla karşılamayı öğreneceğim. Geçelim filme.
Bu itirafı sona saklamayayım, filmi Ingilizce izledim, altyazısız. Bir ingiliz filmini altyazısız izlemek zorunda bırakan sanal sinema camiasını kınıyorum. Fimin en çokça bulunan altyazısı Fransızca, fransızlarin bağımsız yapimlara aşkından kaynaklanıyor galiba, Tükrçe’yi geçtim Ingilizcesi bile yok piyasada. Belli ki bu film bizim (Türkiye) piyasasında daha gelmemiş. Fimi nerden duyup da indirdiğimi hatirlamiyorum, ama filmin torrent dosyasını saklıyorum, eğer hani bi isteyen olursa “seed” ederim diye. Ben şimdi yarım yamalak anladığım bir film üzerine yorumda bulunacağım baştan uyarılır. Şöyle de bakabilirsiniz, bu zat filmin can alıcı yerlerini kaçırmıştır bu yazıyı okumak filmin bekaretini bozmaz. Zaten ben bu konuda özenliyim ama dediğim gibi, korkuya gerek yok.
Beş gencin çoğu bir günde geçen toplam bir haftalık hikayesi jet hızıyla geçiyor ekrandan. Filmin doksan küsür dakika oluşuna ben şaştım, filmi izleyince siz de şaşacaksiniz. Çok yoğun, çok hizli akıyor. Bu tempoda filmin beş ayrı karakterine ısınıp onaların dünyalarına girmek de mümkün oluyor her nasılsa (altyazısız+ingiliz aksani olduğu halde). Fimin güzelliği, özgünlüğü senaryosunun ekrana yansıyışı. Senaryo çok yaratıcı, onu bir kitapta okumak da eminim çok güzel olur. Ve o senaryonun çok ustaca planlanmış sahnelere bu kadar ustaca oturuşu, fimin hem yönetmeni hem de senaristi olan Justin Kerrigan’ın çok yetenekli bir adam olduğuna işaret ediyor. Fimi çekenin bir sinema aşığı olduğunu, ve kendi özgün tarz arayışında çok yol katettiğini düşündüm. Filmin karakterlerinin kameraya bakarak ve hiç yapmacıklığa kaçmadan sergiledikleri başarılı oyunları filmin özgünlüğü. Burada hem oyuncuların hem de yönetmenin başarısından bahsedebiliriz. Çoğu sahne yakın çekimden, farklı objektifler kullanilarak değişik açılar elde edilmiş. Yakın çekimlerin çok olması, hem sayıca çok olan filmin karakterlerine doksan dakkada ısınmamızı sağlıyor, hem de çok sıcak ortamların muhabbetlerine ısınmamızı sağlıyor. Britiş gençliğinin içinin kaynadığı, enerjiyi döktükleri ortamları, sergiledikleri yaratıcıkları karşılıklı diyaloglar olarak veriyor film. Kendi arkadaş ortamınızda en damar muhabbetlerin döndüğünü düşünüyorsanız, ve o kıvamın başka ortamlarda yakalanamayacağını düşünüyorsanız, bu film size böyle güzel bir kıvam sunuyor. Filmde dostluk bağlarının samimiyeti var, filmdeki karakterlerin ayrı hayatlarında karşılaştıkları sorunlardan sıyrılıp sığındıkları.
İşsizlik sorunu, yabancılaşma, idealler mevzuu, uyuşturucu, disko ortamları, club kültürü ve güvensizlik gibi sorunları bu arkadaş grubu nasıl yaşayıp normalleştiriyor, belki de aşıyor filmi izleyip göreceksiniz. Filmin diyaloglarının ve hikayenin etrafında döndüğü temanın çok da bilindik mevzular etrafında dönüyör olması filme belki biraz belgesel tadı katmış. Ama bu yorumu cok kişisel kabul edin, çünkü filmin editing i cok yaratıcı ve kurulan hayal öğeleriyle süslü, ve ayrıca dış ses ve iç sesler tüm sahnelere cok uymuş. Zaten sorunlarımızın bilindik olmadığını kimse iddia etmiyor, değil mi. Filmin müzikleri de çok hoş, onları indirip filmde geçtiği ortamlar benzeri ortamlara özenirseniz kullanabilirsiniz. Ve fakat, sonu için benim beklentim daha yüksekti, en azindan sonu daha iyi olabilirdi. Filmin sonu acaba başka bir filme gönderme ya da bir çeşit dalga geçme olabilir mi bilmiyorum.
Konuşmaların çoğunu anlamadığım bir film hakkında daha fazla gevezelik yaparsam sonra utanacağım. Susuyorum, filmi altyazılı tekrar izleyinceye kadar.

Not: Filmde çok sigara içildi canim çekti. Çok da uyuşturucu, uyarıcı cinsinden şeyler tüketildi, onlarin tadini bilmiyorum. Bir de yabaci filmlerden neler kapabilirim gözüyle bakınca, Ingiliz disko oramlarının janjanı ilgi çekici. İşsizliğin orada da kol gezdiğine, ve bu sorunları yaşayan gençlerin filmde sizin dile hakimiyetimden daha fazlasını sergiliyor oluşlarına ve siktiriboktan işlerde çalışıyor oluşlarına şaşırabilirsiniz. Neden şaşırmayalım, sonuçta orası bir zamanlar üzerinde güneş batmayan ülkeydi. E tabi film bu, hikayesini vereceği kişileri yaratıyor ve onlar da biraz laf cambazi oluyor diye de düşünülebilir. Türkiye’de iş bulma sorunun ve nüfusun yüzde ellisinin genç olduğunu düşününce acaba bizim gençlik filmimiz çekilse nasil olurdu düşünebiliyo musunuz? Filmin genç oyuncularına da değineyim, çok iyiler. Özellikle Jip (John Simm, 1970) Moff (Danny Dyer, 1977). Filmin oyuncuları film çekildiğinde baya gençtiler, şimdi büyüdüler. John Simm ingiliz televizyon yapımlarında ve kariyerinin yüksek basamaklarında yer alıyor.

24 Ağustos 2008 Pazar

Kelebek Etkisi

O canım fikri yerle bir etmiş caniler...

Biraz olsun umutluydum filme başlarken, acaba nasıl bir büyük senaryo vardı karşımızda?

Dinamik bir sistemin farklı başlangıç durumlarından çok farklı davranışlara sahip olmasını anlatırken kullanılan bir terim olan kelebek etkisinin bu kadar kolay harcanmasına içim elvermedi açıkçası.


Filmimiz artık çok karşılaştığımız bir senaryo tekniğinin emrettiği üzere son sahneden başlıyor. Bu sahne bize daha önceden çok kötü şeyler olduğunu düşündürüyor, ee o zaman elimiz mahkum dönüyoruz 13 yıl öncesine.

Filmin bütününde dünya dinamiklerini etkileyen ufacık değişimlerden çok, aynı zamanda başrol oyuncusu da olan 7 yaşındaki Evan'ın hafıza kayıpları ve bunları sonradan hatırladığında o anda vermiş olduğu kararları değiştirebilmesi üzerine kurulu.

Ayrıca Evan, 13 yıl boyunca ortalama bir Amerikan ergeninin yaşayıp yaşabileceği en berbat travmalarla karşılaşmış bir genç.

Böyle olunca, anılarını hatırladığında bu travmalarını atlatıp kendine güzel bir hayat kurmak istiyor. Aslında ilk değişiklik istemeden oluyor, hoşuna da gidiyor ama hayatını mükemmelleştirmeye çalışırken işler tersine çevriliyor. Örneğin bir ergenin korkulu rüyası olan kız arkadaşının en yakın arkadaşıyla beraber olma durumu onu bir ara çılgına çeviriyor. Ee ne de olsa 2005 Teen Choice ödülü kolay alınmıyor, çocukların üstlerine gitmelerinin bir nedeni varmış demek ki.

Velhasıl kelam, kelebek etkisinde kural olduğu gibi küçük değişikliklerin yerine en büyük değişikliklerin de yapılmasına rağmen "çok" da değişmeyen bir dünya tasviri yapan bir film nasıl En İyi Bilim Kurgu filmi ödülü almış anlayamadım.

İzlemek için

Ben filmi denk geldiğim bir VCD'den izledim ama sizin için Torrent dosyasını buldum, siz zahmet etmeyin. Gerçi izlemenizi önermiyorum, ama diğer yazılarımızda da yapmayı düşünmüştük elimiz alışsın.

torrent dosyası

Not: Bu geçici bloğu açmamız iyi olmuş, soğumayalım zira.

Aşk Beklemez, dön bebeğim!

Bizim kapanan blog açılıncaya kadar elimizi soğutmayalım diye bu bloğu açtık. Bu arada belirtelim, önceki sitemiz internette site yasaklamalarını protesto kampanyası sırasında kazaya uğradı. Sitemize destek amaçlı yaptığımız eklentiler Blogger'ın spam tarama motoruna takıldı ve bloğumuz spam blog zannedilip geçici olarak yayından kaldırıldı. Kesintinin kısa süreceğini umuyoruz; lakin aşk beklemez diyerek yazılara buradan devam edeceğiz.

Bloğun diğer yazarlarından elinde yazılarını bekletenler, ve taslak halinde yazılarını bekletik yazma heyecanları için bloğun geri dönmesini bekleyenler vardı. Ben de ha açıldı açılacak diye bloğu sürekli kontrol etmekten sıkıldım, o enerjiyle iki yazı patlatırdım.

Yazılara buradan devam edelim, yazmadıklarımıza ve kapanan bloğumuza bakıp da daha fazla üzülmeyelim. Blog açılınca tüm gönderilerimizi "import" ederiz. Sinema hakkındaki hissiyat paylaşımında patlamalar yaratacak geleceğin yıldız bloğuyla daha erken tanışabilecek olup da bu aksama sebebiyle sitemizle hala tanışamayanlardan özürler diliyoruz.

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Dünaynın Merkezine Yolculuk


Simdi durup durup da uzerine onca film izledigim bu film hakkinda yazmayi secmemin bir sebebi var; mumkun oldugunca filmin kendisinden bagimsiz ama alakali seyler yazabilmek. Zaten filme 3-D diye gitmistim, baska mazeret aramaya calisirken, biraz yanliz hissetmek yetti boyle bi filme 17 ytl vermeme. Filmin uc boyutlu gosterimi de her salonda yapilmiyomus, ilk istinye parka gidince ogrendim oyle oldugunu. Haliyele son dakikada yetisip istinye parkta amacsiz zaman gecirmekten hem de salonda reklam izlemekten yirtmakti niyetim; son dakikada nefes nefese bilet gisesine geldigimde ogrendim. Bir izlemis kadar oldum, yani bir şans verdim filme ama şansini kacirdi. Neyse, sonunda bi bucuk saat sonra Kanyon daki sinema salonunda (cinebounus mu ne) izledim filmi. İstinye Parka giderken yaptigim hesaplarin hepsinin icine ettigini hatirliyorum, o yuzden belki filmin super olmasini beklemek hakkimdi, neyse o da olmadi. Konusunu gectim, uyarlamanin basarisini gectim, heyecan yaratacak 3-D effektlerinin (bu sozcugun turkcesini bulmak lazim bu blog icin) oldugu sahneler uc bile olmadi. Yani bu 3-d denen olayin kendisi biraz yalan, eger simdiki halinin uzerine bi gelisme olmazsa. Tabaka tabaka ayri saydam perdelerden izliyomusum hissine kapildim filmi. Mesela arkada bir dekor, adam [Brendan Fraser (filmdeki basrol oyuncusu, Trevor)] o dekorun onunde, onun de onunde alt yazilar var. Bu siralamayla bakilirsa filmde kesin bir uc boyut var, ben daha fazlasini bekledim biraz hayal kirikligina ugradim benden soylemesi. Tamam bazi sahnelerde patlayan, catlayan, sicrayan nesneler netlikleri olmasa da gosun icine giriyorlarmis hissi yaratsalarda, bunlarin disinda film 3-d effekt olmadan da izlenirdi ve sahnelerden hic bi kayip da olmazdi.

Birkac not daha sinema salonu hakkinda: filme girerken verilen 3-d gozlukler sizde kalmiyor, o yuzden 17 ytlnin icinde gozlukler de var en azindan diye sevinmeyin. Film arasinda "ya insanlar karanlikta gunes gozlugu takmis" espirisine hazir olun. Herkes 3-d nasil bir sey merakiyla geldigi icin biraz abartili tepkiler geliyo salondan, ama bilin ki onlar da sizinle ayni seyleri goruyorlar. Sinemanin baska yerlerinde oturunca acaba baska mi gornuyodur perde sorusu su an benim icin de muamma.

Film izlemek, filmin izlendigi mekani da solumak degil midir biraz da. Ya da cogu filmi onun bizi soktugu havadan cok, kendi sinkafimizla(nedir bu) izlemez miyiz. İste o yuzden yazdim bu filmi. Sinemada konusan insanlara hep kizdim, ama gerekcelerini aciklamamislardi, yine olsa yine kizarim. Ama film bitince gurultumu burada yaparim, anlayan anlar.
bi de aparma bi image ekleyeyim post'uma

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Conte d'été


Aka: A Summer's Tale

Eric Rohmer isimli 1920 dogumlu bir yonetmenin 1996 da cektigi bir film. Hem de "genclik filmi", yani 76 yasinda bir yonetmenin yirmili yaslarda ask caprazlamalarini anlattigi bir film. Yonetmen Godard ile Hitchcock ile calismis, fransiz yeni dalga sinemasinin uretken cinarlarindan.

Hop oturtup hop kaldiran, iki saatte cok sey yasatan filmlerden degil. Genelde nabiz sabit filmi izlerken (sevisme sahneleri yok anlasildigi uzere), ağlama durumlari da yok. Ama mizah derinden, gulumsetiyo film. Yani belki de filmi ceken dedemizin saglikli buldugu mesafe bu, gencleri anlatirken. Ben bir turkiye genci olarak film bizi anlatiyo diyemiyorum, ama gonlum boyle hikaleri anliyo, aklim da hisssediyo, fransiz olmaya gerek yok yani. Filmde o yok bu yok dedik, sadelik var; sahane bir butunluk var. Bir hikayenin cok iyi bir anlaticidan anlatildigi gibi, filmde konusunu oyle bir sadelik icinden isliyor ki, filmin temasi yavas yavas orulup derinlesiyor, insanin icine isliyor. Benim aklimda yer edecek bu film, konusunu anlatirkenki sadeligi ve izlerken kafamdaki diger tum dusunceleri supurmesi ile. Filmi izlerken, iyi bir hikayecinin dertlerimden beni uzaklastirmasi gibi, tasalarimdan baska mevzuular uzerine cabucak yogunlasinca ayrica bir mutlu oldum.

Filmin bir konusu var, ne oldugunu hissediyorum ama simdi yazamiyorum. Okuyan meraklansin simdi diye yazmiyorum sanilmasin, mevzuu hakkinda dusunmeye devam edecegim. Filmdeki oglan kimdi nasildi naapti niye yapti falan; hala dusunmekteyim. O zaman soyle soyleyeyim, filmin belki dalli budakli bir konusu var, ask, dostluk, gokte ararken yerde bulma, hayat bir tesaduftur, ask dedigin ne ki, erkerler kadinlar, gibi temalar. Ama cok guzel ve bir ton yakalayan akici bir hikayesi var. Acaba diyorum, ben de su yazin kalan gunlerinde bir tatile ciksam filmdeki oglan gibi yanliz basima, boyle olaylara yasar miyim?

Bu filmi bazi arkadaslarimin kesinlikle izlemesini istiyorum. Ozellikle etrafinda cok kiz bulunan ama kendi planlari arasinda istedigi kizla tanismak icin hala zaman yaratamamis olan arkadaslarimin izlemesini...

To be continued: Bu yonetmen acaba baska ne cesit kadin erkek tiplemeleri cizmistir acaba? ve acaba genc yaslarin flort trafiginden, orta yaslari anlatmaya nasil gecmistir?
15 Ağustos 2008 Cuma