27 Aralık 2008 Cumartesi

No Country for Old Men ( 2007 )

Bu hafta içinde izlediğim ikinci Coen Kardeşler filmi. Bir kaç gün önce de Fargo'yu (nihayet) izleyebildim. İki filmi de çok beğendim. İkisinde de hem içerik olarak hem kurgusal olarak benzerlikler vardı. Hikayeler ve karakterler oldukça absürd ama şaşırtalım, korkutalım, seyirciyi şöyle etkileyelim gibi bir çabadan eser yok. Hem aksiyonu hem de sakin bir ritmi var anlayacağınız. Bu herkesin sevdiği bir şey değil ama gerçeklikle olan bağı sıkılaştırdığı için ben seviyorum. İyi bir örnek olmayacak belki ama bir 3. sayfa haberi okuyup, üzerine konuşmak gibi bir şey. Bunu Fargo'da anlamak daha mümkün çünkü Coen'ler kullandığı bir hile var filmde. Burda söylemeyeceğim tabii ki. İzlerseniz siz de kendinizi test etmiş olursunuz bir nevi.

Bu filme dönecek olursak:
Coen Kardeşler hikayeyi amaçtan ziyade bir araç olarak kullanılıyor düşüncem bu filmden sonra epeyce pekişti. Bu kötü veya sıradan bir hikaye olduğu anlamına gelmiyor tabii ki. Ancak işin özü sadece aksiyonda değil, zaten öyle olsaydı sanırım benim çok da beğeneceğim bir film olmazdı diye düşünüyorum. Dedik ya ortada bir hikaye var; işte Kardeşler de hikaye süresince kimi yerlerde bir soru atıp köşelerine geri çekiliyorlar. Biraz geçince sanki üzerinde yeterince düşünmemişsiniz veya çabuk yargıya varmışsınız gibi tekrar çıkıp bir yandan dürtüklüyorlar. Kafanız karışıyor, toparlamaya izin vermeden tekrar gelip öbür yandan dürtüklüyorlar. Ancak hiç bir cevap vermiyorlar izleyiciye.

Filmde şiddet ile insan arasındaki ilişki, topluma yansıması ve ne şekilde içselleştirildiği konusunda sorular bulmak mümkün. Aslında senaryo bir kitaptan uyarlamaymış ve kitap bu sorgulamayı daha yoğun bir şekilde yapıyormuş. Hatta kitabın özünü çok net bir şekilde anlatamadıklarına dair bir kaç yorum da gördüm. Ama burada düşünülmesi gereken iki faktör var. İlki bu bir sinema filmi yani kitlesi farklı, dolayısıyla talepler farklı. İkincisi de Coen Kardeşlerin belli bir çizgisi, tarzı olduğu. Gene de kitabı bilmediğim için ne aklamak ne de karalamak isterim bu konuda onları. Aslına bakarsanız kitabın amacına hizmet etmek zorunda da değiller gibi bir düşünce de olabilir.

Aslında film karşılıklı tartışmaya daha müsait bence. Akılma yazacak şeyler geliyor ama beraberinde tezatlarını da getiriyor. O yüzden bu kadar yeterli şimdilik.

7 Aralık 2008 Pazar

Gerçeklik ve Bir Film : Issız Adam


Arkadaşım bana sen de yazabilirsin dediğinde şöyle bir düşündüm, açıkçası çekindim yazmaya, belki de korktum. Böyle etkili bir filmin tesirindeyken, bir sürü karmaşık düşünce arasında yazamayacağımı düşünmüştüm. Herkes gibi benzer şeyleri yaşayıp, yaşadıkları üzerinden bunu tartışırken bir çıkış yolu bulamayacağımı düşünüp korkmuştum aklıma gelenleri yazmaya.

Issız Adam filmi her şeyi; hepimizin yaşadığı, bildiği, karşılaştığı şeyleri gerçekten de yaşadığımız şekliyle anlatıyordu. Herkesin bu kadar sıradan olmasına karşın etkilendiğini söylemesinin nedeni ise “hepimizin bildiği şeyler”, “hepimiz yaşıyoruz bu yüzden çok etkili”, “benim yaşadıklarımı anlatmış” kadar basit değildi bence.

İstanbul’da yaşayan, birçoğu Anadolu’dan, taşradan gelmiş, öğrencilik yıllarının bir kısmı Taksim ve İstiklal Caddesinde geçmiş, bu kalabalığa alışkın, filmin mekanlarına, geçen diyaloglarına, ve film boyunca görünen bir çok imgeye aşina olan insanlar için gerçekten olağandı bütün film. Burada yaratılan bütün kurgu çoğumuz için bir gerçekti kuşkusuz. Alper en az on yıl kadar zamanını bu şehirde geçirmişti. İlk zamanlarında belki büyük zorluklar yaşamıştı. Ama bütün hırsıyla burada bir yer edinmenin savaşını vermişti. Şüphesiz kazanmıştı. Her taşradan büyük kente gelen gibi İstanbullu olmak için onun kurallarıyla oynayıp onu yendiğini zannederken aslında ondan biri olup, bu hayata metropol’ün bağlı olabileceğinden daha da çok bağlanmıştı. Kendi gerçekliği ve nedenselliğinden, orada neden bulunduğundan çok bu şehre ve onun yaşantısına bağlanmıştı. Bu şehri şimdi sahip olduğu ve daha sonra da olmaya devam edeceği gerçekliğine kendisi kavuşturmuştu.

Hepimiz, günümüzdeki kültür endüstrisinin kurguladığı bu gerçekliğe, bu yapay gerçekliğe, hakikate olandan daha bağlıyız. Her konuştuğumuzu, her yaptığımızı, her düşündüğümüzü, her yazdığımızı onun içinden yazıyor, düşünüyor, söylüyoruz. Oyunun kuralları, araçları, nesneleri ve aklımıza gelen her şeyi onun tarafından, aslında onu üretmiş olan ve üreten bizler tarafından oluşturuluyor. Ve bu gerçeklik her gün kendini tüketmekte olan bizler tarafından yeniden üretiyor. Hepimizin aşina olduğu bildiği bu yapay kültürün göstergeleri ile işlenmiş bu filmin o bilindik gerçekliği ise bunlara tersinden bakabilmiş olmasından kaynaklanıyor. Çağan Irmak memleketten gelen anne ve bir sevgili ile bu yapay gerçeklik bulutunu delip geçiyor. Aslında onlar da herkesin sahip olduğu memleketindeki annesi ve sevgilisi olmasına karşın burada kentlinin kendi kendine yarattığı gerçeklik ile çelişiyor. İşte bu noktada Çqğqn Irmak bize bir kapı aralıyor. Alper’in yalnızlığına, tatminsizliğine ve daha önceden aşina olduğumuz fakat bu aralıktan bakınca nedenselliğini yitiren bu hırsına tersinden bakıyoruz. Filmde geçen bazı imgeler bu aralıkları temsil ediyor. Ada’nın hepimizin alışık olduğu öksüz doyuran kahvesine, annenin içtiği Türk kahvesi üzerinden bakıyoruz. Harika bir restoran, özgürce döşenmiş evle kurulan özgürlüğe ve sıra dışılığa eski bir arkadaşın geleneksel düğünü üzerinden bakıyoruz. Bu noktada etrafımızda örülü bu yaşantının kendi kendine kurguladığı nedenselliği batıyor. Alper, annesine “zor be anne” diye içinden çıkamadığı, kaçamadığı, kurtulamadığı nedensellik bu. Bu aslında bir geçeklik değil. Burada asıl olan gerçeklik bir sevgilinin duyduğu aşk, annenin duyduğu sonsuz şefkat olarak karşımıza çıkıyor. Bu bir yapay gerçeklik değil bu, hakikatin ta kendisi. Kendiliğinden oluşmuş, herhangi bir itki sebebiyle doğmamış hakikat burada işte. Daha önce hiç böyle yaşanmamış bir gerçek sevişme, senelerdir hiç farkına varılmamış bir anne şefkati Alper’i zehirliyor. Bu zehirle yaşamaktan kaçmak onun için çözüm. Ama aslında artık hiç de kurtulamayacağı hakikatten uzak gibi görünse de, aşkın hatıraları ve bir iş arkadaşının oğluna duyulan şefkat hakikatin onun peşini bırakmasına engel olmuyor.

Ve film bitiyor, sinemadan çıkılıyor, caddede yürünüyor. Filmin müzikleri, filmin mekanlarında çalınıyor, arkadaşlar arasında hep bu film konuşuluyor. Bazıları filmde görülen kitapları satın alıyor, müzikleri alıyor tekrar tekrar dinliyor. Filmin ürettiği nedensellikle eski pikaplar tamire gidiyor, pikap fiyatları tavan yapıyor. Eski plaklar sandıktan çıkıyor. Yeniden dinleniyor. Sözlükler doluyor taşıyor. Ve ben burada oturup bu film üzerinden yazıyorum düşündüklerimi. Çağan Irmak da bunu bu kentin gerçekliğinin kuralları ile yapıyor. Her üretilen bu sistemin içinde, bu gerçekliğin ve bizi kullanarak kendi kendini büyüten bu gerçekliğin içinde. Ve bu nedensiz gerçeklik hakikatten uzak sürekli kendini büyütmeye devam ediyor. Hakikat ise Çağan Irmak gibilerin bize araladığı bazı kapı aralıklarından ardında keşfedilmeyi bekliyor.

2 Aralık 2008 Salı

Philadelphia


Bu film benim bir yorgunluk krizimde CNBC-e nin bana hediye ettiği bir film. Evde Tv yok, internetten Sipru'dan izledim. Filmin başında internet filmin can alıcı yerinde giderse ne yaparım diye düşüne düşüne bir on beş yirmi dakka geçmiştir. İlk reklam arasına kadar bu kaygıyla, sonra da merakla izledim filmi. Bu arada reklam aralı bir filmi izlemeyeli olmuş baya. Böyle dediğimden çok özlediğim sanılmasın, fakat yorgunluğun üzerine giden bir film de biraz da alkol varsa yanında, sık film araları fena olmuyo.

Bu film tabi ayık kafa ister, tabi Tv'den izlenen bir film ne kadar ayık kafa ile izlenir tartışmalı. Bu sefer kural ihlali yapmadan sıcağı sıcağına yazıyorum film hakkında.

İzlediğim bu film gibi olan filmler çok sayıda olsa, isteyen her aradığı konuda bulsa keşke. Hani gerçek hayat hikayelerine dayanan didaktik filmler olur ya, bu film de onlara benziyor. Üstelik didaktik yanı mahkeme salonundaki duruşmalarla çok heyecanlı derinlikli işlenmiş. Bu filme bakalım şu celsede ne olacak, o buna ne söyleyecek, ya da nasıl da lafı gediğine oturttu gibisinden heyecanların geri planda olduğu bir film. Meselenin özü mahkeme duruşmalarının geçtiği sahnelerinin arasındaki sahnelerde örülüyor. Film kariyerinde başarı merdivenlerinin çok hızlı tırmanıp başarılı olmuş AIDS'li eşcinsel bir avukatın hikayesi. Bu karakteri Tom Hanks canlandırıyor, ve oldukça başarılı bir performansı var filmde. Ben Tom Hanks'in oyunculuğunu donuk, şaşırtmacası olmayan fakat rahatsız edici sıradanlıklardan da uzak istikrarlı bir oyuncuk olarak gördüm onu bildim bileli. Bu filmde sanki benim bu yargılarımın biraz dışına çıkmış gibi; ama belirteyim "gibi".

Filmin baş karakteri AIDS hastalığını gizlediğinden, ve aynı zamanda eşcinsel olduğundan; hastalığı diğer şirket ortaklarınca öğrenilir öğrenilmez işten kovuluyor. Şu kriz gündemlerinde işten atılma korkusu olan orta sınıf vatandaşlarımız, devlet memuru olmayanlarımız, bu filmi izlerken AIDS'li ve eşcinsel olmadıklarına sevinebilirler. Fakat film konusunu öyle güzel işlemiş ki, bizi eşcinsellik ve AIDS konusundaki önyargılar hakkında ahlaki açıdan aydınlatıcı bir film oluvermiş. Aslında eşcinsellik doğal, saldırgan olmayan, insanın doğasının onun fizyolojik yapısını ve aynı zamanda sosyal dokunun bir parçası olan bir olgu olduğu işlenmiş güzelce. Sonra üzerine AIDS hastaları konusunda paranoyaları doğrudan karşısına almadan yumşatmaya çalışmış film.

Dikkatimi çeken bir sahne var, filmin patronları bizim karakteri işten attıktan sonra NBA basketbol ligi maçını locadan izliyorlar. Filmin baş karakteri olan avukat da işten atılma sürecini mahkemeye taşıma kararını almış oluyor o sıralarda, ve kendisi de bir avukat tutuyor. Bu avukatı Denzel Washington oynuyor. İşte mahkemenin ilk duruşmasını bu locada iletiyor şirketin ortaklarına Denzol Washington. Bu sahnede hemen AIDSli olan bir basketbolcu (Magic Johnson) geldi aklıma, acaba bu sahnede oraya bir gönderme mi vardı. Bu gözlemimi yazıyı yazdıktan sonra araştıracağım, film eski, bu olayla çakışıyor olabilir. Magic Johnson basket sahalarında ayrılmıştı benim hatırladığım.
Film, homofobik olanlar ve AIDS hakkında kulaktan dolma söylentiler dışında bilgisi olmayanlar için kesinlikle aydınlatıcı.

Böyle aydınlatıcı, bir hayatı özetleyen, ya da vurucu bir hikayede bize hiç olamayacağımız şeylerin deneyimini yaşatan filmleri ben ayrı bir seviyorum. Mesela geçen Ramazan Bayramı tatilinde yine CNBC-e de İkinci Dünya Savaşı hakkında bir film izlemiştim. Film savaş sırasında bir Alman denizaltısında geçiyor. Bir denizaltıda olamının (çünkü denizaltı fantastik bir araştır, çocukluk hayallerimizi süsler, önemsiz değildir, Beatles'in "Yellow Submarine" adlı bir şarkısı bile vardır)nasıl bir şey olacağını bir güzel hissettirmişti film. Bu filmde de baskı gören, hakkında uygulanan yargısız infaz uygulanan bir kişinin hikayesine tanık oluyoruz. Üstelik bu kişi hem eşcinsel, hem AIDSli (bir maden ocağında çalışan işçi olmadığı kaldı şu post-forsit neoliberal çağda) bir karakter. Haliylen bu kimlikler üzerinde bir duyarlılık geliştirmece söz konusu filmde. Ne diyeyim, film süper'in altı bir kategori olan başarılı statüsünde. Denk gelirsenin izleyin.