11 Eylül 2009 Cuma

The Curious Case of Benjamin Button


Filmin zaman kurgusu, burada screenplay kritik sanırım, çok başarılı. Filmin aldığı ödüller arasında cinematography, screen play ve screen shot ön planda. Filmde güzel şeyleri hatırlamanın zevkini hayatın diğer alanlarındaki tempodan koparmadan uzuun uzuuun veren başarılı bir kurgu var. Şey gibi bu, çok işiniz var, iş arasında sevdiğiniz birini arıyorsunuz, sonra aramanızın mutluluğuyla işinize devam ediyorsunuz. Ya da (gastronomiden bir örnek:) Sevdiğiniz yiyeceğin sizi en mutlu ettiği anın hayali bir süre daha devam etsin istiyorsunuz. Peki ya sonra ne gelir? Unutulur mu, ya da yaşanılan nerede kalır? Zihinde yaşamak, ve yaşamın kendisi zaman içerisinde bir uyuşmazlığa düşmez mi?

Bu film de hayatın geçiciliği, ve durdurulamaz değişimi üzerine güzel bir kurguyla yukarıdaki soruları hatırlatıyor. Hemen aklıma gelmişken, filmde bu sorulara ara ara amerikan pratikliğiyle cevaplar verilmiyor değil; mesele division of labor konusuna bağlayarak hayatta herkesin bir işle meşgul olmaya, ya da bir şeyi başarma dünyaya geldiğini söylüyor film en sonda. Ve bence bu güzel filme yetersiz bir final bu.

Filmin özeti sona kaldı: Hayatın normal akışının aksine yaşlı doğup gençleşerek ölen Benjamin Button'un hikayesi, ******* sesinden ölüm döşeğindeki çocukluk arkadaşı ve eksi karısına anlatılıyor. Bir hastane odasında yaşamının sonuna gelmiş olan Daisy'nin yaşamı, Benjamin Button'ın günlüğüyle birlikte yeninden gözlerinde canlanıyor. (ama burası pek net değil, hikayeyi kimin gözünden gördüğümüz net değil, bazen Benjamin, bazen de Daisy gözüyle canlanıyor geçmiş.) Film çok gerçeküstü bir hikaye anlatırken, hikayenin anlatıldığı hastane odasında televizyonda yaklaşan hortumun haberi, gök gürültüleri, hastanın ağrıları ve hemşirenin sesi ile kesilen hikayenin akışı hikayenin sonunun gelmesine tehdit oluştururken; siz de o sırada hikayeye kapılıyorsunuz. Film Benjamin Butto için zamanın geriye işleyişini fantastik bir öykü üzerinden anlatıyor. Giderek gençleşen adam ve mükemmelliğin timsali yaşlanan kadın ile ortaya çıkan tezat, hayatın geçiciliğini ve geriye neyin kaldığını çok etkili bir biçimde anlatıyor. Kurgunun başarısına mükemmel oyunculuklar da eklenince film etkileyici bir film oluyor. Bu arada filmin görüntüler de çok etkileyici, sinemada izlemenin ayrı keyfi olurdu.

*******spoiler olmasın die. Bu arada tembelliği kaçıp oyuncu ismi yönetmen ismi vermedim--> başrollerde Brad Pitt ve Cate Blanchett var. Screenplay Eric Roth, yönetmen David Fincher.

28 Temmuz 2009 Salı

IL DIVO


Kimseler yazmaz olunca, aradan geçen zamanda benim de yazasım gelmedi. Neydi efendim, burada internet kamuoyuna malolacak yazıları aksatmadan yazacaktık; ama sanırım iş güç falan derden... Ama film izlemedim değil, sadece yazmaya ara verdim.

Hemen çiziktirip vaz geçmeden post edeyorum.

Filmin künyesi: Yönetmen Paolo Sorrentino, film gösterime 2008'de girmiş bir italyan filmi. Politik biyofrafi, İtalya'daki temizeller davası, çeşitli çevrelerin bizim Ergenekon davası olarak lafını ettiği davanın en güçlü sanıklarından birinin biyografisi film.

1960'lardan 1990'lara kadar uzanan kirli politik savaşlarda ardında yüzlerce cinayet ve yaralı bırakan bir dönemin artık sonlarını ele alıyor film. AB'ye üye, gelişmiş ülkeler klübünde yerini alan İtalya'da, eski soğuk savaş taktiklerini uygulayan kontr-gerilla teşkilatı tasfiye efilmiş (benim yorumum), ve dava 7 dönem üst üste başbakanlık yapmış filmin ana karakterine kadar ulaşmış. Ne diyelim, Türkiye' o kadar şanslı değil en fazla Kemalist koalisyonun tasfiyesi ile uğraşabiliyor. Filmi izlerken acaba Türkiye'de bu Ergenekon davasının filmi gelecekte çekilirse nasıl çekilir diye düşünmeden edemedim. Film biraz da kalıcılık, tarihin yargılaması, geride iz bırakma konularına değinmiş biyografisi işlenen kişi, Italian Prime Minister Giulio Andreotti üzerinden. Nihayetinde Türkiye'de yüzlerce cinayet işlendi, faili meçhullar malum, daha geçen yıl ölen askerlerin sayısı yüzü geçti, acaba bu defterler nasıl temize çekilir, filmi nasıl yapılır... Neyse fazla politika yok, sinema var.

Filmin Kenan Evren'i olan şahsiyet o kadar donuk, içe dönük, insanı vasıflardan uzak canlandırılmış ki, oyuncuya helal olsun, zaten ödülünü de almış. Filmin müzikleri hızını cinayetler sırasında kesmiyor, böylece filmin ana karakterinde işlenen felsefenin üzerinden başka yöne kaymıyor dikkateler. "İhtiyaçlar yaşamı kısaltır" diyor Andreotti filmde. Politik hesapların makyevalist güç ilişkileri ve çıkar dengelerinde uzmanlaşmış ve tüm fazlalıklarından arınmış şahsiyetsiz bir şahıs, ama en nihayetinde insan ve unutamadığı şeyler de var onu üzen ve pişman eden. Devlet kademelerinde iyice yükselenlerin iktidarları üzerinden meşruluk kazanan eylemleri, ve bu eylemlerin tarihin hassas terazisinde tartılması meselesi tarihle birlikte sürüp gidecek. Bu film de bu meselede bir damar yakalamaya çalışıyor. Merak ediyorum, acaba İtalyan'lar bu karakter cok masum gösterilmiş diye kızıyorlar mıdır. Bu arada Androtti'i tüm davalarından ceza almadan "kurtulıyor".

Androtti'nin unutamadığı şeyler siyasi yol arkadaşını kaçıran Kızıl Tugaylar'ın elinden kurtarılması mümkün olduğu halde kurtarmaması. Politikanın gerektirdiği rasyonel aklın vicdanında açtığı en büyük yara buymuş; acaba nerden biliniyor. Bir de kendine bile itiraf edemediği bastırılmış aşkı varmış, ölmüş daha doğmadan (bu bende sempati yarattı, elindeki iktidarı bu yönde kullanmayan bir sağcı politikacı; acaba gerçekten Sovyet düşmanlığına ve komünizm mücadelesine mi adamıştır kendini sahiden). Onun haricinde Androtti verdiği "büyük" mücadelelerin detaylarına gizlenmiş şahsiyeti. Az kalori tüketen çok yaşar hesabı, az insanı vasıflar sergileyenin politik ömrü uzun olur kuralını uygulamış yaşamı boyunca. Mahkeme cezalandırmamış ama mutsuz bitmiş kariyeri; filmin mesajları bunlar, daha öteye geçip ahlaki bir tutum takınmıyor.

Bu filme benzer bir film çekilmek istense sanırım yeterli derinlikte siyasetçi bulma sorunu yaşanırdı Türkiye'de. Çünkü film bir hayat felsefesine dayanarak, onun nice acılar yaratan sonuçlarına değinmeden bir hikaye aktarıyor izleyiciye. Bizdeki siyasetçiler işlense herhalde dış sese çok ihtiyaç olurdu filmde. Belki Süleyman Demirel ağzından akıl oyunları içeren bir senaryo absürd kaçmayabilirdi, diğer sağcı politikacılarımızın durumu pek parlak olmazdı herhalde. Bu film belki Nixon/Frost filmi ile çok benzer mesajlar içeriyor. İkisini yakın zamanda izlediğmden, ve sağcı politikacıların felsefesine pek merak duymadığımdan filmden çok haz almadığımı belirterek bitireyim.

2 Ocak 2009 Cuma

Gitmek: Benim Marlom ve Brandom


Gulayy: Dün akşam Gitmek: Benim Marlom ve Brandom'u izledik..Filmin gerçek bir hikaye olduğunu bilmek çok çarpıcıydı. Hatta film çıkışında hikayenin tamamı gerçek mi yoksa bazı yerleri kurgu mu diye epey tartıştık..Filmin gerçek hikaye olduğunu bilmeden izleyen Özgür yorum yapmak ister mi acaba bu konuda? :)

Ozgu1r: Ben hala ne kadar gerçek olduğunu merak ediyorum. Video kayıtlarındaki adamın gerçekten aşkını anlatan video mektupları çekerken başına gelene inanasım gelmiyo.
IMDB, google search yaptım Hama Ali Khan için

Gulayy: Iraklı süperman

Ozgu1r: Oynadığı tek film bu IMDB kayıtlarında, ama belki de Kuzey Irak filmleri IMDB arşivine giremiyor, çünkü daha orada doğru düzgün işleyen telefon hatları bile yok.Bir ip ucu film 2002 yıllında, Irak'ta Amerikan işgalinin başladığı yıllarda geçiyor.
Ama Hama Ali'nin oyunculuğu olarak film kayıtlarına ismi 2007 olarak giriyor
Çözemediğimiz ayrıntıları Araf'ta çıkan Ayça’ya mi sorsak?

Gulayy: 2007 yılında başka bir filmle mi giriyor kayıtlara?

Ozgu1r: Yok bu filmle. Bu film 2007 kayıdıymış.
IMDB 2008 diyo.

Gulayy: Ben adamın ve gönderdiği video mektupların gerçek olduğunu düşünüyorum.

Ozgu1r: Sinema.com yapımın 2007 olduğunu söylüyo, gösterim 2008 miş.
Ben de şimdi şimdi ikna oluyorum. Peki bu kadar çarpıcı bir hikaye niye yer bulmadı acaba gazetelerde falan?
Ya da önce bir hikayeden mi bahsetsek.

Gulayy: Tamam, önce soruya cevap verip sonra da hikayeye giriş yapıyorum..Popülerite kazanacak bir konu olmadığından yer verilmediğini düşünüyorum..Issız Adam'a gidip mest olan insanlar Türk bir kızın Iraklı bir adama olan aşkını anlamayacakları ya da hafife alacakları düşüncesindeyim.. yani bu film çok az kişiye dokunacak bir film gibi bir algı olabilir.

Ozgu1r: Hem o tarafı var, hem de sanırım sansür de var filme. Bir festival için...
http://www.ntvmsnbc.com/news/465693.asp

Gulayy: Culturescapes-Türkei festivaline giderken sansürlenmiş.

Ozgu1r: Film hakkında yazılan şeyler birbirinden copy-paste edilen paragraflar karışımı halinde internette.
NTV'nin haberinde yazan paragrafların ayınıları en az 5 yerde daha var.
Yani topluma malolmuş paragflardan biz da alıntı yaparsak :) filmin konusu şöyle

Gulayy: bence bizimki özgün olsun, kendimiz yazalım :)
herkes aynı şeyleri okuyup durmasın
Film, Ayça Damgacı ve Hama Ali Khan'ın ilk kez tanıştıkları ve birbirlerine aşık oldukları film setinde birbirleriyle şakalaşırken başlıyor.
Daha ilk sahnede Ayça'nın bu ilişki için ne kadar kararlı ve istekli olduğunu anlayabiliyoruz Hama Ali'nin Irakta yaşamak ister misin sorusuna verdiği insan sevdiklerinin yanında olmalı cevabından.

Ozgu1r: Evet

Gulayy: Ayça İstanbul'da politik tiyatro yapan bir oyuncu. Hama Ali ise Irak'ta oyunculuk yapıyor.
Tanıştıkları film çekiminden sonra Hama Ali Irak'a geri dönüyor. Tam da o zamanlarda Irak savaşı patlak veriyor ve iki sevgilinin birbirlerine telefonla dahi ulaşmaları zorlaşıyor.

Ozgu1r: Filmin başlamasından biraz sonra anlıyoruz ki,
Ayça ile Hama Alinin tanıştığı filmin çekilmesinin üzerinden bir buçuk yıl geçmiş.
Bu geçen sürede Hama Ali'nin Türkiye'ye gelme planları hep suya düşmüş.
Aşıklar ilişkilerini telefondan ve Hama Ali'nin çektiği video mektuplardan sürdürür olmuşlar.

Ozgu1r: Aradan geçen zaman, Ayça'nın yanlızlığını derinleştirirken, diğer yandan da kendi aşkına gerçekten karşılık alıp almadığını öğrenmek ister. Çünkü etrafındaki arkadaşları "sizin ilişkiniz bir yere varamaz, bunu görmüyormusun" derler
Ayça da hayatında bir kere sahip olabileceğini düşündü aşkı için savaş koşullarının sürdüğü Kuzey Irak'a yolculuk kararını alır.

Gulayy: Yolculuk kararını almasında Ayça'nın çevresinde her daim hissettiği baskılar da etkilidir. Komşuların evine giren çıkanı gözetlemesi, sürekli uyarılar, evinde telefonla dahi konuşmasına katlanamayan duvarı terlikleyen komşular, biraz olsun rahatlamak ya da dağıtmak için gittiği barda kiloları yüzünden alay konusu olması..

Ozgu1r: Yani film hem aşkı uğruna tüm zorlukları aşmaya kararlı bir aşığın mücadelesi

Gulayy: Tüm bu etkenler Hama Ali'yi Ayça'nın gözünde gerçek bir kurtarıcı, olmazsa olmaz yapıyor..

Ozgu1r: hem de bu mücadele boyunca karşısına çıkan engelleri aşma yolculuğu diyebiliriz.

Gulayy: evet aynen öyle

Ozgu1r: O yüzden de bir yolculuk hikayesi olan filmde, yolculuk belki de bu bozuk komşuluk ilişkilerinden, sanata ve farklı olan diğer insanlara yapılan baskılardan başlıyor İstanbulda.
Ayça şismandır mesela, ve tiyatroyla uğraşmaktadır.
Ama hem tiyatrosunda sular kesilir, oyun sırasında elektirikler gider;
hem de yalnızlık buhranında kendini dışarıya atıp bara gittiğinde şişmanlığıyla dalga geçilir.
Filme gerilim unsuru katan tüm bu baskı öğelerine ek olarak, ayça'nın sahne çalışmalarında da performansı iyi gitmemektedir.

Gulayy: Evet, Ayça'nın karar verdiği bu yolculuğa çıkması da kolay olmayacaktır çünkü Kuzey Irak'ta savaş vardır ve olağandışı koşullar oluşmuştur sınır kapılarında. Ayça önce kontak kişiler bulmaya çalışır Kuzey Irak'a gitmesine yardımcı olacak. Bu arayışta Irak Süleymaniye'den kaçak bir göçmenle tanışır. Ayça'nın bu göçmenin yaşadığı yeri ziyareti tam bir şaşkınlıktır. Küçücük bir odada 6 kişiyle karşılaşınca onları Süleymaniye'li göçmenin misafirleri sanar önce. Ancak bu insanlar üstüste çok zor koşullarda yaşamaktadırlar. Odadaki eşyaları teker teker inceler.

Ozgu1r: Bu arada tanıştığı kişinin yokluklar içinde üretim yapan bir ressam olması da çok ilginç bir detaydı. Kuzey Irak'tan Türkiye'ye gelip kaçaklığı Avrupada sürdüreceği günü bekliyordu göçmen.
Ve yine güzel bir detaydı tükçeyi çat pat sökmüştü ve konuşamamanın, kaçak olmanın, yani Kürt kimliğinin ezikliğini yaşıyordu.
Ayça'ya emanet ettiği tablolarını bırakmaya gittiklerinde, apartmana girmesi bile sonra Ayça'ya "ne idüğü belirsiz insansın sen" yaftasını yapıştırmak için yeterliydi yaşlı komşusu için.
Ve içeri davet edilişinde ressamın, çekingenliği utangaçlığı...
ve sonra ben gideyip deyip da başka mazeret üretemeden gitmesi...

Gulayy: Hiç bilmediği gerçeklerle karşılaşması da böylece başlar ve yolculuk boyunca sürer.
Komşularla tansiyonun tavan yaptığı kavgadan sonra Kuzey Irak yoluna düşüyor Ayça. Önce Diyarbakır'a gidiyor. Ordan taksiyle Habur sınır kapısına yollanıyor.

Ozgu1r: Geçeceğine olan inancı kesin
E tabi "aksaklıklar" çıkıyor bu daha önce uğramadığı memleketin başka yerinde.

Gulayy: Önce zamanında yetişemiyor sınır kapısına..Bu arada taksiciyle enteresan diyaloglar geçiyor.
Taksici size kimlik soruyorlar mı İstanbulda diyor, Ayça İstanbul'daki karmaşadan geçim sıkıntısından falan bahsediyor. Halbuki taksici doğup büyüdüğü yerde bile devlete kim olduğunu açıklamak zorunda kalıyor.

Ozgu1r: Sınır kapısı akşam kapandığı için de yetişememeleri de "aksaklığın" rutinleştiği yerlerdendi
En güzel sahnelerden bir de sanırım sınır kapısında Ayça'nın yaşlı bir Kürt kadınıyla girdiği diyalogdu.
Kürt kadını da sınırın diğer yanında iki ciğeri olduğunu söyleyince sınırın bu yanı ve öte yanındaki hikayeler kesişiveriyor.
O zaman sanki savaşın hayatları kestiği yerin, insanları bölen ulusal sınırların anlamını tekrar sorgulatıyor film.
Sanırım burada bir kardeşlik mesafı da var ne dersin?

Gulayy: Evet, Kürt kadın çok samimi, çok doğal mesajlar veriyor. diyor ki herkes birbirine güvense, birbirini sevse bu savaşlar olmaz.
bu sınırlar da olmaz diyor.

Ozgu1r: Ben bu sözün geçtiği yere kadar
filmi hep yoksulluklar yokluklar bölgesi güneydoğuya bakan batılı göz olarak izledim filmi

Gulayy: hem Ayça da hem Kürt kadın sevdiklerine ulaşmak için sınırları yok etme isteğiyle dolular.
Ben de aynı şeyleri hissettim.

Ozgu1r: E tabi malum, sınırı geçemiyorlar
Ayça da vazgeçmiyor, madem Irak olamadı İranda buluşalım diyor sevgilisi Hama Ali'ye.
Sonra bir sınır, Diyarbakrı - Van arası; diğeri Türkiye-İran.

Gulayy: İran'a girişi de çok olaylı oluyor.

Ozgu1r: Şişman ve esmer olan Ayça, buranın ayrıma uğrayan öteki kişisiyken, başı açık olan ve ABD vizesi olan ötekiye doğru yol alıyor.

Gulayy: İran'da gece sokağa çıktığında tacize uğruyor, İran'lı kadınlar gecenin bi vakti tek başına dolaşmasını kınıyorlar..Ayça İstanbul'dan uzaklaşsa da üzerindeki baskılar form değiştirirek, başkalaşarak devam ediyor.
En son Urmiye'de bir köyde buluşmak üzere telefonlaşıyorlar Hama Ali'yle..
Buraya kadar Hama Ali'yle geçen konuşmaları ben de hep Hama Ali bu ilişkiye isteksiz izlenimi uyandırdı.
ta ki filmin son karesine kadar..
sonu görünce bu düşünceden vazgeçtim.
Ozgu1r: Özellikle filmin başındaki video mektup çok sevimsiz gelmişti.
Hama Ali sanki kandırıyordu Ayçayı.
Ben de senin hissettiklerini hissettim.

Gulayy: bana hep enteresan gelmiştir sevgiyi yabancı bir dilde anlatmaya çalışmak, sanki samimiyetsiz yapay oluyormuş gibi..

Ozgu1r: Ya sahi ingilizce konuşmaları, birbirlerini öyle anlayabiliyor olmaları da ironikti.

Gulayy: Bizim için olağan olan birçok şey, sevgiliyi aramak, görmek, varlığını hissetmek işin içine sınırlar, devletler, bürokrasiler girdiğinde ne kadar karmaşık,zor ve içinden çıkılmaz bir hale geliyor. Onca karmaşayı oldukça sade ve temiz bir şekilde anlatmış senarist ve yönetmen. Belgesel vari bir gerçeklik içinde izledim filmi.
ve Ayça'nın gözü olabildiğimi düşünüyorum filmi izlerken.

Ozgu1r: Bunca toprağın hikayesini, savaşın, baskının, işgalin acılarını derleyip toparlayan hikaye örgüsü Ayça'nın aşkının peşinden yılmadan koşmasıydı bence de.
Sınırlar, askerler, çatışmalar, hem çok görünürdü filmde,
hem de varlıkları sorgulanacak derecede ironikti.
Tüm bunları da gerçekçi yapabilmiş olması, yönetmenin becerisi ve belki de hikayenin yaşanmışlığa dayanmış olmasıdır.
Ben filmin güzel bir barış, kardeşlik filmi olduğunu düşündüm.

Gulayy: Film 8 Ocak'a kadar Yeşilçam Sineması'nda oynuyor.